Amacımız İnsan Odaklı Çevreler Oluşturmak

MURAT AKSU
MuuM
Kalebodur Sponsorluğunda
Fotoğraf: Can Görkem Halıcıoğlu

Tasarımlarımızı her yapının kendine ait bir hikayesi olması gerektiğini ve bu hikayenin ana mekanının da kent olması gerektiğini öngörerek geliştiriyoruz. Ölçekten bağımsız olarak ne tasarlarsak tasarlayalım, onu bir peyzaj unsuru olarak görüp, bunun kente nasıl etki edeceğini çok önemsiyoruz.Kent ve peyzaj, tasarımın ana kurgusu çerçevesini oluşturan önemli kriterlerin başında geliyor.

Mimarlık, iç mimarlık ve kentsel tasarım alanlarında tasarım odaklı çalışmalar yapıyorsunuz, kuruluşunuzdan, tasarımlarınızdan ve tasarım kriterlerinizden bahsedebilir misiniz?

Biz 1998 senesinde bir mimarlık ofisi olarak kurulduk, ilk başlarda genel olarak Türkiye’deki ekonomik yapı, müşteri profili nedeniyle iç mimarlıkta yoğunlaşmıştık. 2004-2005 döneminde büyük kurumsal oyuncularla tanıştık, onlar bizi yatırımlarının mimari tasarımları için görevlendirdi ve o süreçte bizim şu anki profilimiz ortaya çıktı. 2006 senesinde Türkiye Noterler Birliği Merkez Binası Proje Yarışması’nda dört kişilik bir ekiple birinci olduk ve o bina bizim için dönüm noktası oldu. 2009 senesinde de halka açıldı. Türkiye Noterler Birliği Merkez Binası projemizden sonra Avlu 138, Rönesans’ın Mecidiyeköy ofis binaları öne çıkan projelerimiz oldu. Şu anda inşaatları devam etmekte olan ofis, otomotiv ve alışveriş merkezi yapıları bulunmaktadır.

2010 senesinde bir yabancı bir firma bizimle temasa geçip Türkiye’deki bilim kentleri, teknoparklar ve hastaneler konusunda işbirliği yapmak istedi, biz kendilerine olumlu cevap vererek beraber iş geliştirmeye başladık; fakat Türkiye’deki şartlar o şirketle çok uyuşmadığı için 2011 senesinde yollarımızı ayırdık. Biz o süreçte teknoloji geliştirme bölgeleri üzerinde oldukça bilgi birikimi sahibi olduk. Bunu Türkiye’deki üniversitelerle ve bakanlıklarla paylaşınca 2011-2012 senelerinde bu tür master planlar yapmaya başladık. Bunlar içinde; ofis, ticaret konut ve otel gibi üniteler barındıran karma kullanımlı projeler bulunmakta. Fakat, bu projelerin süreçleri çok uzuyor. Yatırımcı bulunması ve onun ile anlaşılarak yola devam edilmesi gibi aşılması gereken aşamalardan sonra ancak projeye yoğunlaşabiliyoruz.

Tasarımlarımızı her yapının kendine ait bir hikayesi olması gerektiğini ve bu hikayenin ana mekanının da kent olması gerektiğini öngörerek geliştiriyoruz. Ölçekten bağımsız olarak ne tasarlarsak tasarlayalım, onu bir peyzaj unsuru olarak görüp, bunun kente nasıl etki edeceğini çok önemsiyoruz.

Kent ve peyzaj, tasarımın ana kurgusu çerçevesini oluşturan önemli kriterlerin arasında yer alıyor. Kentten bahsediyoruz, çünkü çevresel faktörler toplumsal kültürün gelişimine yön veren ana unsurların başında geliyor. İyi bir kent planlarsanız, o kentte yaşayanların sosyo-kültürel gelişimine zemin hazırlayacak bir platformu da oluşturmuş oluyorsunuz. Kent, bir sorunlar yumağı olmak yerine çözümler platformu olduğu zaman insanlar daha mutlu, sağlıklı ve verimli oluyorlar. Mimarlık, noktasal çözümler üretir bir duruma indirgenmiş ve alanı daraltılmış bir süreç olarak tanımlanmaya zorlanmaktadır. Kent ve topluma yönelik etkileri çok iyi düşünülmeden uygulanan kararlar, başta günü kurtaran çözümleri getirse de uzun vadede kaynak kaybı ve yeni sorunların tetikleyicisi olmaktadır.

İlk çalışmalarımıza iç mekan tasarımı yaparak başladığımız için küçük ölçeklerde de çok detaylı çalışmalar yaptık, bu durum bizi mimari yapı ölçeğine geçtiğimiz zaman oldukça iyi besledi. Büyük ölçekli yapılar tasarlasak da, mekan anlayışımız; insanı odak olan çevreler tasarlamak üzerine oldu. Onun dışında, gün ışığı, doğal havalandırma ve yerel malzeme kullanımını tüm tasarımlarımızda önemsiyoruz. Türkiye’nin gelişmekte olan iyi bir yapı malzemesi sektörü var. Mimarlık sektörünün en büyük destekçisi malzeme, bu yüzden yerel malzemeyi çok önemsiyoruz. Projelerimizde aydınlatma gibi çok teknik öğeler dışında yerel ürünleri ve doğal malzemeleri kullanmaya gayret ediyoruz.

İnsanın dokunabildiği, erişebildiği malzemelerin doğal olması, onun dışında tasarımlarımızın yapıldığı yerel kültüre uyumlu, onu takip eden zamana uygun olması yani zamanın getirdiği çağdaş talepleri cevaplıyor olması bizim genel geçer tasarım kriterlerimiz arasında yer alıyor.

Mimari tasarımın sürdürebilirlik ve ekolojik boyutuyla devam edebilir miyiz?

Aslında mimari tasarım, sürdürebilir ve ekolojik boyutunu doğasında barındırması gerekiyor. Geçmişte yapılan yapılara baktığımızda, yapıların gayrimenkul gibi bir yatırım aracı olmadığı dönemlerde yapılan şeyin insanlara nasıl faydalı olacağı ve uzun süre işleyebileceği çok tartışılmış, o yüzden arkeoloji kazılarına gittiğinizde o sistemlerin ne kadar ciddiyetle ele alındığını görüp hayran oluyorsunuz. Yakın bir örnek vereyim; İstanbul’un su kasırları üzerine ufak bir brif aldık, Bizans döneminde İstanbul’un özellikle Kuzey Batısı’ndaki su kaynaklarından suyun nasıl merkeze getirildiğini inceledik, çok etkileyiciydi.

Sürdürebilirlik ve ekoloji, herkesin hayatına, ev yaşantısına taşınıyor olması gerekiyor. Yaşadığımız çevre ile ilgili kararlarda söz sahibi olmanın bu sayede olacağını öngörüyoruz.

Genel olarak mimari eğitimde bunlara çok değinilmiyor, o yüzden bunu üniversiteye kadar bekletmeyip, mimari tasarımdan önce sürdürebilirlik ve ekolojinin insanların aile hayatına, ev yaşantısına tanışıyor olması gerekiyor. Bunu biz kendi ailelerimizde yapmaya çalışıyoruz; ama bence bunun kamuya yayılması lazım. Çünkü biz yeşil alanları sadece piknik yapılan alanlar olarak biliyoruz, halbuki onlar bizim bir çok konuda hayatımızı kurtaran değerler. Mesela yeşilin getirdiği hava ve iklim kalitesi hayatımızı çok etkiliyor, onun dışında insanların sadece hayatları çalışarak geçmiyor, bir sosyalleşme ihtiyacı bir rahatlama ihtiyacı hissettiğimizde de kentlerin içindeki parklara gidip vakit geçirebiliyor olmalıyız.

Kenti ele aldığımızda müthiş bir yapılaşmaya doğru gidiş var ve ben bunu yadırgıyorum; çünkü biz göçebe kültüründen geliyoruz fakat nasıl olduysa bir anda bu beton binaları çok sevdik, böyle bir kültürden gelip neden bu kadar beton kokan şehirlerimiz oluyor onu bilemiyorum. Mimari tasarımlarda sürdürebilir olmak için çok çaba sarf etmeye gerek yok. Bunu tasarımcılar çok rahat başarabilirler ki ben günümüzde son 10 yıla baktığımda Türkiye’de bu konuda duyarlığın çok artığını görüyorum; ama bunun mimarların tekelinde olan bir şey olduğunu düşünmüyorum çünkü sürdürebilirlik ve ekoloji bir işçinin de, bir bakkalın da, kısaca hepimizin sorunu ve aynı zamanda çözümü…

Kentsel dönüşüm kavramını sürekli konuşuyoruz ve tartışıyoruz, sizce ülkemizde yapılan çalışmalara baktığımızda bu kavram doğru algılanıyor mu?

Mevcut yapıları yıkarak yerine yeni binaları yaptığımızda kentsel dönüşüm olarak tanımlıyoruz. Belki medyanın tabiri budur ama, onun adı çok belli, kentsel yenileme’dir. İstanbul dışındaki büyük kentlerde, özellikle Kayseri, Bursa, İzmir, Ankara gibi kentin merkezinde kalmış çok eski çöküntü alanlar var ve orada belediyelerin başladığı dönüşüm çabalarını görüyoruz. Fakat, genellikle doğru takım oluşturamadıklarından ya da ortak değer üretmekten uzak kaldıkları için bir yere gelip takılıyor ve günün sonunda herkese hitap etmeyen projeler de genele hitap etmediği için kabul görmüyor. Pozitif yönde ve kente katma değer yaratan dönüşme çabalarını destekliyoruz. Bunun, ortak bir vizyon çerçevesinde tüm kesimlerin de katılımıyla yapılan uygulamalarda görebiliyoruz.

Günümüzde artık çevre duyarlı malzemelere ulaşmak mümkün, bu malzemelerin tercihi ve piyasa kabulü konusunda sizin görüşleriniz neler?

Söylediklerinize katılıyorum. Ulaşmak mümkün; ama bu bir ekip işi olduğu için yatırımcının, inşaatı yapan yüklenicinin de bu konuya duyarlı olması gerekiyor. Türkiye’de hızlı üretimi çok seviyoruz, malzeme seçimleri ve malzeme tedarik zinciri kurgusu da buna yönelik oluyor. Malzemeler ne kadar iyi olsa da bunların kabulü çok kolay olmuyor, piyasada hızlı tedarik edilebilen ve ekonomik olan malzemeler tercih ediliyor. Bu malzemeler, çevreye duyarlı malzemeler ile aynı ekonomik maliyet seviyelerine geleceğini düşünüyorum. O zaman kullanımı çok daha kolay olacak ve artacaktır.

Peki, sizin kullanmayı en çok tercih ettiğiniz doğal yapı malzemeleri hangileri?

İç mimari uygulama yaptığımız dönemde doğal taşın güzelliğini fark ettik ve yaptığımız birçok projede kullandık. Yaptığımız işlerin ölçeği ve fonksiyonlarının değişimiyle başka bir durum ile tanıştık, yatırımcılar binalarda daha az bakım gerektiren malzemeleri tercih ettiler ve metal bazlı malzemeleri de kullanır olduk. Uluslararası yatırımcılar, sürdürülebilirlik konusu ile çok ilgililer. Sanki, kurum kültürlerine işlemişler, “doğaya zarar vermemek üzere hareket edeceğiz “ diye… Bizim de geleceğimizi düşünerek, bu yaklaşımı benimsiyor olmamız gerekiyor.

Bu sayımızda “Malzeme & Yöntem & Uygulama” bölümüzde sıkıştırılmış toprak ve tuğla malzemelerle yapılmış projelere yer veriyoruz. Siz tuğla hakkında neler söylemek istersiniz?

Tuğlanın iki kullanımı var; bir bölme elemanı bir de kaplama elemanı. Bölme elemanı olarak yıllarca kullandık; ama son yıllarda onun yerine geçen, üretimi daha kolay, daha ekonomik olan gaz ve bims blok geldi. Tuğlanın yerini tutan ve ondan daha çok performanslı bu tip malzemeler sebebiyle tuğla biraz bölücü olmaktan çıktı diye düşünüyoruz.

Kaplama tuğlasını ise çok severek kullanıyoruz. Kendince bir sıcaklığı da var. Farklı renklerde de üretilebilir olması son dönemde kullanımında artış görülmesine sebep oldu. Dış cephe kaplamasında İngiltere gibi ülkelerde aslında sıcak olduğu için çok uygulanıyor.

Yakın zamanda tuğlayı tekrar güncel bir halde göreceğiz diye düşünüyorum. Ayrıca, üretim teknolojisi çok geliştiği için ebatlarında değişimler olacaktır. O zaman, daha çok tercih edilebilir bence. Aslında doğal malzemelerin hepsini çok severek kullanıyoruz. Örneğin, şu anda içinde bulunduğumuz binada, onun dışında anlaşma yaptığımız birçok konut projesinde doğal ahşabı kullanıyoruz. İç mekanlarda doğal parke kullanmayı tercih ediyoruz. Doğal malzemeleri işlerimizde kullanmak bizim için çok keyif verici ama bunların bakımını da düşünmek ve kullanıcılara karşı sorumluluğumuzu da unutmamak ve bir denge kurmak gerekiyor.

Kentsel dönüşümde, pozitif yönde; yani kenti daha yaşanılabilir kılan, tarihi, sosyo-kültürel ve ekonomik potansiyellerini ve yaşam kalitesini artıran önerileri ortaya koymak ve tartışmak gerekir.

Yapı enformasyon modelini proje üretimlerinizde kullanıyorsunuz, yakın gelecekte de bu konuda bir platform oluşturmayı planlıyorsunuz, çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

2002 senesinde bir vesileyle Amerika’da bir yazılımla tanıştık ve bu yazılım çok ilgimizi çekti. Yapıların sanal olarak inşa edilmesi ve tasarım kararlarının doğru, hızlı ve önceden alınması üzerine geliştirilmiş konsept bir yazılımdı. Yıllar sonra bu yazılımı büyük bir yazılım firması satın alıp geliştirdi. Biz de 2008-2009 döneminde bu yazılımı satın aldık, kullanmaya başladık. ‘Building Information Modelling’ demek binayı bir bilgi modeli olarak inşa etmek ve tek bir model oluşturarak, yapılarla ilgili bilgi yükünü akıllı bir sistem olarak bir araya toplayıp, üreticiyi, kullanıcıyı, işletmeciyi bu model üstünden sağlıklı, doğru karar almaya yönlendirebilmek.

Birkaç pilot projeden sonra bu yazılımı, büyük projelerimizde de kullanmaya başladık ve birçok avantajını gördük. Biz mimarlar, çalıştığımız mühendislik gruplarıyla belirli bir aşamadan sonra bir araya gelip, birtakım kararları o zaman alıyoruz; fakat sürecin hızlı yürümesi bakımından bazen geri dönemiyoruz ve bazı kararlar için geç kalınmış olabiliyor, bunları yaşamamak için bu yazılımı işverenlerimize ve iş ortaklarımıza da kullanmaları için tavsiye ediyoruz.

Kısaca verileri modelde ve sonuçlarını da simülasyon olarak görebiliyorsunuz. Teknoloji sürekli gelişiyor ve bilgi katlanarak artıyor. Biz de, bu gelişimleri yakalamak için sürekli takip ediyoruz. Ekibimize yeşil bina tasarımı ile ilgili eğitimleri aldırıyoruz; çünkü bu yazılımları doğru kullanabilmeleri için bu konuda bilinçli ve eğitimli olmaları gerekiyor. Bu tip yazılımlar, mimarlara daha verimli, daha kullanışlı, daha az enerji tüketen binalar yapma olanağı verirken tasarımlarını daha bilimsel olarak yapma şansı veriyor. Enerji tüketimi en önemli sorunlardan bir tanesi, bu konuda duyarlı olmaz isek gelecekte başımız çok ağrıyacak, çünkü dünyada en yüksek enerji tüketimini binalar ve taşıtlar yapıyor.

Rönesans Mecidiköy Ofis projeniz ile The Plan Awards 2015’te karma kullanımlı yapılarda finalist oldunuz; projenizden, projenin tasarım kararlarından ve projenin çevreye kattığı değerlerden biraz bahsedebilir misiniz?

Rönesans projesi, 2010 senesinin ikinci yarısında başladı, yaklaşık 6 aylık bir süreç içerisinde proje olgunlaştı. Bu yapı Mecidiyeköy’ün gerek yapısal gerek de insan yoğunluğu yüksek bir bölgesinde yer alıyor. Yatırımcının talepleri doğrultusunda A sınıfı LEED Gold seviyesinde bir yapı tasarımı yapıldı. 2012 senesinde hizmete açıldı.

Proje geliştirme sürecinde birçok alternatifle yatırımcıya gittik. Çevresindeki niteliksiz ve eski yapı stoğu yatırımın fizibilitesi açısından olumsuz bir durum oluşturmuştu. Tasarımı yaparken yaklaşık otuz-otuz beş metrelik bir genişliğin belirli bölgelerinde doğal ışık ve doğal havalandırmada sıkıntısı yaşayacağımızı fark ettik, o yüzden de binanın içinde bir boşluk yaparak bunu aşmak istedik. Bu bizim daha önce Noterler Birliği, Avlu 138 yapılarında kullandığımız iç boşluk oluşumunun yeni bir yorumu oldu. Burada yapının iki ofis kolu arasında tasarladık. İlk başta alan kaybı olduğu için olumsuz bakılmasına rağmen daha sonra verimlilik ve kiralama bedeli olarak artı değer getireceği inancı oluşunca onaylandı. Mecidiyeköy’de, baktığınızda dışarıdan anlaşılamayan fakat içine girdiğinizde bir iç avlu / bahçeyle karşılaştığınız bir yapı ortaya çıkmış oldu..

İşletmedeki talepler dolayısı ile yarı kamusal bir alan oldu, bu da binanın kullanıcılarına istedikleri zaman erişebilecekleri, kullanabilecekleri bir ortak platform sundu. Bizim çok önemsediğimiz diğer bir özelliği de yerel mimarinin geçmişten gelen bir takım unsurları var, bunlar; cumba ve avlu. Çeşitli noktalarda bir takım cumbalar, daha doğrusu cumbanın modern yorumlarını oluşturduk. O cumbalar istenildiği zaman bir toplantı odası ya da birinin ofisi olabiliyor. Yapı genelinde, kullanıcılara bir çok mekan alternatifi önermiş olduk. Günde sekiz-dokuz saat kaldığımız bir mekanda masada çakılı kalmak şu günün dünyasında hiç kimsenin istemediği bir şey. Bu binanın kullanıcıları istedikleri zaman avluya inebiliyorlar, istedikleri zaman balkona çıkabiliyorlar, istediklerinde de o özel kutucuk odaları kullanarak farklı bir sosyal aktivite yapabiliyorlar.

Bina tamamladıktan yaklaşık iki üç ay sonra binanın LEED Gold sertifikasına layık görüldüğü haberini aldık. Bu da bizim için bir onur kaynağı oldu. Mimar olarak, doğal aydınlatma ve havalandırmayı yapının her noktasına taşımak ve yerel malzemeyi de mümkün olduğunca öncelikli olarak kullanmak bir binanın yeşil olabilmesi için yeterli olmaktadır.

Ağırlıklı yerel malzeme kullandık dediniz, hangi yerel malzemeleri tercih ettiniz?

Ağırlıklı doğal ahşap kullandık, onun dışında fiber takviyeli beton, alüminyum ve cam, zeminde ise doğal taş kullandık. Binanın iç cephesinin yüzde yetmişi doğal ahşap kaplı, dış cephede ise fiber takviyeli beton, ahşap, cam, metal malzemelerden karma bir kullanımımız var. Benim hatırladığım kadarıyla aydınlatma dışında her şey yerel.


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)