Sürdürülebilirlik, Biyoçeşitlilik Ve Demineralizasyonla Dönüşüm

Stefano Boeri 

Stefano Boeri Architetti’nin kurucu ortağı, çağdaş kentsel dönüşüm çalışmalarının yapıldığı uluslararası “multiplicity (çeşitlilik)” araştırma ağının kurucusu.

Şehirler kendilerine büyüme için bir sınır hattı çizmeli. Bence bunun en iyi yolu doğal ormanlar, işlevsel orman alanları, parklar yapmaktan geçiyor. Diğer bir adım da şehrin içine biyoçeşitliliğin var olabileceği ve sürdürülebilirliği destekleyecek yerler gömmek, bu tür alanlar yaratmak. Bunun bir yansıması da dikey orman olarak adlandırdığımız yapı. 

Beni davet ettiğiniz için teşekkürler. Burada olmak ve sizlerle şehirlerimizi nasıl daha iyi yerler haline getirebileceğimizi ve sürdürülebilirlikle ilgili düşüncelerimi paylaşmak benim için mutluluk verici. Bence sürdürülebilirliğin diğer iki önemli soruyla ilişkisine göz atmak gerekiyor. Bunlardan bir tanesi biyoçeşitlilik, diğeri de mineralsizleştirme sorusu. Mineralsizleştirme, bina cephelerinde kullanılan mineral kökenli malzemelerin ve bu yüzeylerin azaltılmasıdır. 

2009 yılında gerçekleştirilen Venedik Bienali’nde sürdürülebilirlikle ilgili önerilerde bulunurken şehirlerimizi nasıl daha sürdürülebilir hale getirebileceğimizi düşündüm. Bunun üç şekilde sağlanabileceğini fark ettim. Bunlardan biri enerji tüketimimizi azaltacak teknolojik cihazları kullanıma sunmaktı. Güneş panelleri, fotovoltatik sistemler, jeotermal enerji ve diğerleri. Bu noktada az önceki sorunun teknolojik kısmını inceliyoruz. İkincisi tarımla ilgili. Daha fazla tarımsal arazi, parklar, bahçeler ve yeşil çatılar yaratmak üzerine. Üçüncüsü ise diğer türlerle olan ilişkimizle ilgili. 

Rıfkın’ın önerdiği yaklaşım, enerjik bir bitki gibi davranan binalar. Etrafta bulunan enerjiyi -güneş veya rüzgar olabilir- emen binaların bu enerjiyi etrafa dağıtabilmesi öngörülüyor.

Enerjik bir bitki gibi davranan binalarla sürdürülebilirlik

Öncelikle sürdürülebilirlikle başlayalım. Bu konuda en geniş bilgiye sahip insanlardan birini anarak başlamak istiyorum. Jeremy Rifkin, sürdürülebilirlik konusunda en bilgili insanlardan, açık fikirli bir düşünür ve sosyolog. Rifkin, Kuzey Amerika’da yaşıyor ama Çin’de, Almanya’da, Meksika’da, dünya çapında danışmanlık yapıyor. Şehirlerle ilgili sürdürülebilirlikten bahsettiğimizde şehirlerin geleceğini ciddi şekilde düşünen ilk kişilerden. Rifkin’in önerdiği yaklaşım, enerjik bir bitki gibi davranan binalar. Etrafta bulunan enerjiyi -güneş veya rüzgar olabilir- emen binaların bu enerjiyi etrafa dağıtabilmesi öngörülüyor. Bu bina yaklaşımı hem yapı açısından devrimsel bir bakış açısı hem de sürdürülebilirlik kavramı açısından önemli.
 
Expo Astana 2017

Astana’da yıllar önce bizden geniş bir alan için enerji üretebilecek bir cihaz düşünmemizi istediler.  Düşündüğümüz şey 1 kilometre yükseklikte bir kuleydi. Bu kule hem rüzgar enerjisini hem de güneş enerjisini kullanabiliyordu. Yükselen havanın türbinleri döndürmesiyle enerji üreten bu tür sağlam yapıların bir geleceği olduğunu düşünüyorum;  çünkü hem bu yapılar yeşil enerji üretimi konusunda iyiler hem de aşırı uçlardaki iklimlerde çalışmaya da uygunlar.

İki yıl önce Fas’ta, Batı kıyısındaydık. Bu bölgedeki ülkelerde en büyük sorun çölleşme. Tarımsal bölgeler çok keskin şekilde azalıyor. En büyük eksiklik de elbette su. Kullanım suyu yok ama deniz suyu var. Benzer bir kule sistemini denizin kenarında kurulmak üzere orası için düşündük. Yine yükselen hava ve güneş enerjisiyle elektrik üretiliyor ve bu elektrik deniz suyundaki tuzun ayrıştırılması için kullanılıyor. Bu da tarım arazilerinin oluşturulması için bir fırsat yaratıyor. Bu tür yaklaşımlar sürdürülebilirliği nasıl temin edebileceğimizin bir örneği. Yalnızca her binanın kendi içinde bir organizma gibi davranmasıyla değil aynı zamanda az sayıda bu tür devasa yapılarla sürdürülebilirliği sağlayabiliriz.

Biyoçeşitlilik

Biyoçeşitlilik de bir diğer ana konu olarak karşımıza çıkıyor. Şehirler yalnızca çok fazla karbondioksit katkısı yapmıyor, aynı zamanda çok fazla ısı salınımına da sebep oluyor. Bu noktada kendi türümüzle diğer türlerin ilişkisine bir bakmamız gerekiyor. Türlerin sürekli ve hızlı şekilde yok olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Biz kentsel alanımızı artırdıkça türlerin soylarının tükenme riski de artıyor. Buna karşı bir önlem olarak insan türü, bankalar yaratarak diğer türleri koruma altına almaya çalışıyor. 

Diğer bir sorun da türlerin soyunun tükenmesinden ziyade hayvanlarla ilgili. Özellikle Avrupa’da şehirler kendi sınırlarını çok genişletti. Yapıları, şebekeleri çok geniş alanlar kaplıyor. Artık tarımsal arazileri ve doğal yaşama ait yerleri çok fazla şekilde tüketiyorlar. Bu nedenle diğer türler bizlerle birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar. Kendi doğal ortamlarını kaybettikleri, kendi habitatlarından oldukları için bizim tarafımızdan sunulan yapay çevremizle yaşamak zorundalar. Bu her yerde farklı biçimlerde farklı karakteristiklerde gözlemleyebileceğiniz bir durum. Bu durum bize bazı şeylerin değiştiği yönünde fikirlere sevk ediyor.  Çünkü bizlerle diğer türler arasındaki eski bir sözleşmenin bozulduğunu fark ediyoruz.

Özellikle Avrupa’da şehirler kendi sınırlarını çok genişletti. Yapıları, şebekeleri çok geniş alanlar kaplıyor. Artık tarımsal arazileri ve doğal yaşama ait yerleri çok fazla şekilde tüketiyorlar.

Milano Animal City

Milano’da öğrencilerimle birlikte bu sorunla ilgili bir çalışma yaptım. Her bir öğrenciye kendi çevremizi paylaştığımız diğer bir canlının bakış açısından dünyaya bakmalarını söyledim. Bu çok işe yaradı çünkü diğer hayvanların gözünden dünyayı görmek biyoçeşitliliği geliştirmenin en etkili yollarından bir tanesi oldu. Tüm bunlar şehirleşme patlaması denilen bir olguyla ilintili. 

Gece yarısı Avrupa’daki veya Avrupa’ya yapılan uçuşların bir haritasına baktığımızda büyük ışıklarla çizili ağın bize gösterdiği şey Avrupa’nın kocaman, bağlantılı bir şehir olduğu. Bu durumda örneğin İsviçre etrafı yapılarla çevrilmiş kocaman bir park gibi görünüyor. Tüm sahil şeridi ise inşa edilmiş bir ortam. 

2050 yılında nüfusun önemli bir kısmı şehirlerde yaşıyor olacak. Sürekli tüket yok et döngüsüyle sürdürülebilir bir hayat mümkün olmayacak. Bu nedenle mimarlar, yerel yöneticiler, politikacılar olarak bu sorunu görmezden gelemeyiz.

Expo 2015

2010 yılında Milano’yla ilgili kitabımı yayınlarken bu şehirdeki biyolojik durumu nasıl iyileştirebiliriz diye düşündüm. Altı farklı proje mevcuttu. Bunlardan biri 2015’te Milano’da düzenlenen Expo’ydu. Expo için devasa bir botanik bahçe düşündüm. İkincisi yerel çiftliklerdi; şehrin içinde nasıl tarım yapılabileceği üzerine bir çalışmaydı. Üçüncüsü kirlenmiş kent yüzeyini bitkilerden faydalanarak temizlemekle ilgiliydi. Bu önemli bir nokta çünkü bazen toprak veya arazi  kimyevi atıklar yüzünden kirleniyor; bitkiler ve tarımdan faydalanarak uzun sürede burayı temizlemeniz mümkün olabiliyor. Bir diğer proje ise ahşap kullanımıydı; çevredeki ormandan elde edilecek ahşap iyi bir malzeme olarak ev yapımı gibi işlerde kullanımı son bulduğunda doğaya geri dönebiliyor.

Önemli bir proje ise kentin etrafına ormandan sınır çizmek. Eğer devasa şehirlerin daha da büyümesini düşünüyorsanız İstanbul gibi dev şehirler ancak kendi şu an var olan sınırları içinde büyüyebilir. Şehirler kendilerine büyüme için bir sınır hattı çizmeli. Bence bunun en iyi yolu doğal ormanlar, işlevsel orman alanları, parklar yapmaktan geçiyor. Diğer bir adım da şehrin içine biyoçeşitliliğin var olabileceği ve sürdürülebilirliği destekleyecek yerler gömmek, bu tür alanlar yaratmak. Bunun bir yansıması da dikey orman olarak adlandırdığımız yapı. 

2050 yılında nüfusun önemli bir kısmı şehirlerde yaşıyor olacak. Sürekli tüket yok et döngüsüyle sürdürülebilir bir hayat mümkün olmayacak. 

Dikey Orman (Vertical Forest)

Son proje ise dikey orman olarak adlandırılan projeydi. Dikey orman projesi daha çok mineralsizleştirmeyle ilgili bir konu. Bu konuyla ilgili benim kişisel olarak ilk karşılaşmam, bu fikrin kökeni olarak söyleyebileceğim şey ünlü İtalyan yazar İtalo Calvino tarafından yazılan Ağaca Tüneyen Baron isimli kitaptır. Bu kitap 60’larda yayınlanan bilindik bir eserdir ve çok sıkıcı olan babasıyla tartışıp ağaçlarda yaşamaya başlayan bir karakteri anlatır.

Bu da bir başka beni etkileyen şey; bir sanatçı ve mimar olarak Viyana’da çalışan Friedensreich Hundertwasser. 1972’de Milano’ya davet edilmişti. Kendisi insanlar ve ağaçlar arasında farklı bir etkileşimin ilham kaynağıydı. Ağaçların hayatınızdaki yerinin önemli olduğunu ve onların da çevremizde birer ikamet eden canlı olma onuruna sahip olduğunu söylüyordu. Hundertwasser’in birçok farklı ve estetik tasarımı olmasının yanı sıra ağaçları mimarinin bir parçası haline getirmesi de önemliydi. 

Beni en çok etkileyen kişi ise Alman sanatçı Joseph Beuys olsa gerek. 1982’de Kassel şehrine gönüllülerin yardımıyla 7 bin bazalt taş topladı. Önce insanlar buna bir anlam veremedi, ardından her taşla birlikte bir tane meşe ağacı dikti. Bu şekilde Kassel şehri çok değişti. Bu şekilde yapay ve doğal arasında, beton ve ağaç arasındaki başkalaşım da gerçekleşti. Benim de mimari olarak yaptığım işlerin bir ilhamı oldu.  

Tabii ki annemi de burada saymam gerekiyor. Annem o zamanlarda bir tasarımcı olarak çalışıyordu ve ormanlık alanda bir evimiz vardı. Evin tüm biçimi çevredeki ağaçların yerlerine göre şekillendirilmişti.

Dubai’de derse girerken şu konuya kafam takıldı. Dikey büyüyen bir şehirde, ki 200’den fazla 200 metrenin üzerinde binaya sahip bir şehirde tüm binalar cam panellerle kaplıydı. Bu dikey büyüme içinde acaba nasıl bir mimariyle bitkileri bir süs olarak değil de yaşam alanımızın bir parçası olarak konumlandırabiliriz diye düşündüm. Çağdaş mimarinin tarihine göz attım ve ağaçlarla ilişkili çok fazla ilham verecek bir şey bulamadım. En son baktığım yerde ise 14. yüzyılın ortasında Lucca’da inşa edilen tepesinde ağaçlar olan kuleyi fark ettim. Bu noktadan sonra ağaçları Milano’da insanların yanında gök yüzüne taşıyacak mimari yaklaşımlar üzerine çalışmaya başladım. Amerika merkezli ve İtalya’da ofisi olan Hines ile birlikte Milano’da bir projeye başladık. İlk etapta müşteri biraz şüpheciydi. Hines’ın patronu 83 yaşında açık fikirli birisiydi ve size 9-10 ay veriyorum, eğer bu süre içinde sorularıma ayrıntılı şekilde cevap verebilirseniz  bu projede birlikte devam edebiliriz dedi. 

8 aylık bir ağır çalışma dönemi yaşadık; bitki bilimcilerle, yapı uzmanlarıyla ve mühendislerle görüştük. Ardından cevaplarımızla Hines’a gittik. Hines olumlu yaklaştı ve işe başladık. Yapısal problemlerle ve insan-bitki etkileşimiyle uğraştık. Aynı zamanda binanın şekli, kat tasarımı gibi konular üzerine çalıştık ancak en büyük sorunumuz rüzgârdı. 120 metrede ağaç diktiğiniz zaman rüzgar bir sorun haline geliyor. Arup’tan bir uygulamanın telifini aldık. Ağaç köklerini binanın içine yerleştirecek bir sistem kurduk. Zira dikey ormanda 21 bin civarında bitkiniz var ve ilk etapta ağaçların orada nasıl duracağını bilemiyorsunuz. Florida gibi rüzgarı bol yerlerde bunu test ettik.

Aynı zamanda bir de sulama konusu var. Binamız da bir ağaç gibi çalışıyor ve temelden aldığı suyu en tepeden başlayarak iki buçuk kilometre uzunluğundaki saksı sisteminde dolaştırıyor. Bununla birlikte müşteri ve yatırımcıları bunun yalnızca bir estetik girişim olmadığına ikna etmemiz gerekiyordu. Konu yalnızca yeşil bir bina yüzeyi oluşturmaktan fazlasıydı. Bunun yanında müşteriyi yaprakların havaya ne kadar etki ettiğini de anlatmamız gerekti.

Yapraklar hem atmosferdeki karbondioksiti alıyor, oksijen üretiyor ve aynı zamanda bir mikro klima yaratarak bina cephesinin, iç ve dış mekan arasında bir tampon görevi görerek daha iyi korunmasını sağlıyor.  Ayrıca şehirdeki hava kirliliğinin ürettiği tozu da hapsediyor. Bütün bunları düşünüğümüzde sürdürülebilirliğe önemli katkısı olan ağaçları hikayemizdeki kahraman olarak konumlandırıp bina cephelerini bu tür doğal yerler olarak şehre yerleştirmeye çalışıyoruz. 
Farklı ağaçların bina içindeki yerleşimi için botanikçilerle de çalıştık. Cephelerin güneşi ne kadar aldığı, nem oranları gibi faktörlere göre ağaç çeşitliliğini belirledik.

Dikey orman projesinde 800’ü ağaç olmak üzere 21 bin bitki mevcut. 1500 farklı bitki türü kullanılan projede 30’dan fazla ağaç türü var. Tümüne baktığınızda iki hektarlık bir orman alanını Milano’nun merkezinde 1000 metrekarelik alana yerleştirmiş olduk.

Bu bina yalnızca bir mimari yapı değil aynı zamanda bir deney. Örneğin bakım konusu önemli bir nokta. Bakımdan kasıt ağaçların gerektiğinde kesilmesi ve yenilerinin dikilmesi olarak düşünülebilir. Bakım işinin tamamen bina sakinlerinde olmasını düşündük; satın aldığınız veya kiraladığınız zaman o ağaç da o kişinin sorumluluğuna girsin dedik. Daha sonra da merkezi bir bakım sistemine doğru ilerlemeye karar verdik. Çünkü ağaçlar bu yapının bir parçası ve onları korumak bu şekilde daha etkili ve ekonomik oluyor. 

Önemli sorulardan bir tanesi de şu: Bütün bir şehir dikey orman yaklaşımını takip edebilir mi? Bizim konumumuz öncelikle tarım arazisine, ormanlık alana şehir kurmayı bırakma yönünde olmalıdır. Şu ana kadar inşa ettiğimizin içinde kalmamız gerekiyor. Geçmişin yapay mirası altında çalışmaya devam edelim. Şehir dışından şehre yaşamak için gelenleri düşününce bunun zor olduğu ortaya çıkıyor. Türkiye de bu sorunları yaşayan bir yer. Bu noktada durup genişleme şehrin büyümesi için gerekli mi yoksa başka alternatif düşünebilir miyiz diye bakmak lazım. 

Shijiazhuang Orman Kenti (Forest City)

Çin’deki 215, 870 kilometrekarelik 109 bin nüfusa sahip Tianjin-Hebei bölgesi için Paris’te bir forumda hükümet yetkilileri ile görüştük. Her yıl 14 milyon çiftçinin göç ettiği Hebei eyaletinin başkenti olan Shijiazhuang’ı yaşanabilir hale getirecek zorlu bir projeye başladık. Enerji tüketimini azaltan, tarım ve toprağı tüketmeyen yeni bir kentleşme projesi tasarladık. Tasarladığımız bu orman şehir prototipi diğer şehirlere de ilham verecek bir proje oldu. Proje, dikey ormanların da yer aldığı projede 5 ayrı bölge ve merkezi bir şehir parkını içeriyor. Her bölge 20 bin kişinin yaşadığı evler, ofisler ve AVM’lerden oluşuyor.



Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)