Her Küçük Sürdürülebilirlik Stratejisi Bir Fark Yaratabilir
KO-Architects’in kurucu ortağı Evren Öztürk, mimarlık pratiğini estetik bir üretim alanı kadar entelektüel bir sorgulama zemini olarak da görüyor. Eğitimden pratiğe, teoriden uygulamaya uzanan tasarım yaklaşımı; sürdürülebilirlik, temsil ve mekânsal deneyim gibi pek çok başlıkla iç içe geçiyor. Bu söyleşide, Evren Öztürk’ün mesleki birikimini, KO Architects çatısı altındaki üretimlerini ve mimarlığa dair çoğu zaman görmezden gelinen soruları birlikte ele alıyoruz.

İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden 2004 yılında mezun oldunuz ve bu dönemde aldığınız eğitim, özellikle düşünsel altyapınızı ve tasarıma yaklaşımınızı nasıl etkiledi? O yıllarda sizi en çok etkileyen projeler neler oldu?
1999-2004 yılları arasında eğitim gördüğüm İTÜ Mimarlık Fakültesi, farklı mimarlık ekollerinden gelen güçlü akademisyenlerin bir arada bulunduğu çok sesli bir ortam sunuyordu. Hüseyin Kahvecioğlu, Arda İnceoğlu, Ferhan Yürekli, Selim Velioğlu, Alper Ünlü, Yıldız Sey, Sinan M. Şener, Belkıs Uluoğlu, Oruç Çakmaklı gibi isimlerin yürüttüğü temel tasarım ve mimari proje stüdyoları, birbirinden oldukça farklı—hatta zaman zaman çelişen—yaklaşımları bir arada deneyimleme imkânı sağlıyordu. Bu çeşitlilik, mimarlığa tek bir doğrultudan değil, çok katmanlı bir düşünce yapısıyla yaklaşmamı sağladı; bu anlamda kendimi şanslı hissediyorum.
Stüdyo derslerinin bu çok yönlü yapısının yanında, teorik derinliği olan tasarım ve sanat kuramları dersleri de düşünsel altyapımı önemli ölçüde şekillendirdi. Semra Aydınlı, Günkut Akın ve Zeynep Kuban’ın yürüttüğü dersler, tasarım sürecine kavramsal bir arka plan kazandırırken, Fiziksel Çevre Kontrolü Stüdyosu gibi uygulamaya dönük dersler ise çevresel veriler, aydınlatma, mekânik sistemler ve mutfak gibi iç mekân bileşenlerine dair kapsamlı bilgi edinmemi sağladı. Proje stüdyoları, tasarım kuramları ve çevresel/teknik bilgiler arasında kurulan bu üç yönlü etkileşim, bugünkü tasarım yaklaşımımda hâlâ belirleyici bir rol oynuyor.
O yıllarda uluslararası mimarlık ortamında beni en çok etkileyen akımlardan biri dekonstrüktivizm olmuştu. Bugün bu başlık altında anılmasa da, Daniel Libeskind’in Jewish Museum projesi ile Bernard Tschumi’nin Parc de la Villette projesi, özellikle kavramsal kurguları ve kuramsal derinlikleriyle dikkat çekiciydi. Libeskind’in End Space adlı çizim serisi ise mimarlığın sanatsal sınırlarını zorlayan doğasıyla ufuk açıcıydı. Diğer yandan, minimalizmi kendine özgü bir yorumla ele alan Tadao Ando’nun işleri de zihnimde önemli bir yer edindi. Ve elbette, teori ile pratiği güçlü biçimde bir araya getirme becerisiyle Rem Koolhaas o dönem mimarlıkla ilgilenen pek çok kişiyi etkileyen temel figürdü.

2015 yılında Ceren Öztürk ile KO-architects’i kurdunuz. İkinizin de farklı güçlü yönleri olduğunu tahmin ediyorum. Eşinizle birlikte çalışmak, mimarlık pratiğinizi nasıl şekillendiriyor? İş ve özel hayat dengesini nasıl sağlıyorsunuz?
Ceren ile birlikte Ko-Arch’ı kurduk. Genelde ilgilendiğimiz projeler birbirinden ayrı oldu. Şu sıralar Ceren, Amerika’nın çeşitli şehirlerinde sergi mekânlarına odaklanan projeler yürütüyor. Ben ise daha çok mağaza, ofis, fuar standı ve mimari yapı projeleriyle ilgileniyorum. Yani çoğu zaman farklı projelerde çalışıyoruz, ancak her aşamada birbirimizin fikirlerine başvuruyor, süreçleri birlikte tartışıyoruz. Bu etkileşim, pratiğimizin önemli bir parçası.
Aynı meslekten olmanın en büyük avantajı muhtemelen o alanda eşinizin yaşadığı şartları ve zorlukları tamamen anlayabilmek ve destek olabilmek, çıkan problemleri değerlendirip ortak çözümler geliştirebilmektir muhtemelen.
Gerçekten bazen tek başınıza tasarım yapmaya çalışırken kendinizi sürekli tekrarlar halde bulursunuz ya da uzun süren proje süreçleri içinde kaybolmuşken sizi tanıyan birisinin sizi ordan çıkarmasına ihtiyaç duyarsınız. Biz de o çıkmaz anlarda birbirimizi yeniden odaklayabildiğimizde dengeyi sağladığımızı düşünüyorum.

Sürdürülebilirlik günümüz mimarlığının en çok konuşulan kavramlarından biri. Ama sizce mimarlık gerçekten doğaya verdiği zararın bedelini ödeyebilir mi? Ya da mimarlığın doğaya karşı böyle bir borcu ödeyebileceğine inanmak, biraz fazla iyimser bir çaba mı?
Sürdürülebilirlik ve ekolojik tasarım, mimarlık eğitimi aldığım dönemden bu yana gündemde olan ve bugün artık çok daha acil hale gelmiş bir konu. Tasarım yaparken bu başlıkla sürekli bir hesaplaşma içinde olmak, onu sadece estetik ya da teknik değil, etik bir mesele olarak da görmek kaçınılmaz hale geldi. Ancak bu bilinci içselleştirmiş bir mimarlık ortamının hâlâ dünya genelinde çok sınırlı.
Bugün üretilen yapıların ve mekânların ne kadarı gerçekten geri dönüştürülebilir malzemelerle yapılıyor ya da söküldüğünde tekrar kullanılabilecek şekilde tasarlanıyor? Bu oranın hâlâ çok düşük olduğunu söylemek mümkün. Mimarlık pratiğinde karar verici güç, çoğu zaman malzeme üreticileri ve büyük ölçekli inşaat firmalarının elinde. Türkiye gibi ekonomik önceliklerin ağır bastığı ülkelerde ise bu kararlar bütçe sınırları içinde daha da keskinleşiyor. Siz ne kadar sürdürülebilirlikten yana ısrarcı olsanız da, işverenin maliyet odaklı tercihi çoğu zaman belirleyici oluyor. Bu noktada, tüm etik sorumluluğun mimarın omzuna yüklenmesini adil bulmuyorum.
Bununla birlikte, mimarın bu konuda tamamen edilgen kalması da kabul edilemez. Tasarıma entegre edilen her küçük sürdürülebilirlik stratejisi bir fark yaratabilir.
Günah çıkarmam gerekirse, kısa ömürlü fuar yapıları tasarlamak çoğu zaman mimarlığın sürdürülebilirlik ilkeleriyle çelişebiliyor. Ancak Unicera Fuarı için tasarladığımız OMG Standı, bu çelişkiyi aşmak üzere geliştirildi. Sadece dört gün boyunca kullanılacak bir yapı yerine, parçalarına ayrıldığında işlevini kaybetmeyen, farklı mekânlara uyarlanabilir bir sistem önerdik.
Standın bileşenleri, fuar sonrasında dört ayrı satış noktasında, bağlama özel ihtiyaçlara göre yeniden kuruldu. Her uygulamada tasarımın temel formel karakteri korunurken; ölçü, yönlenme ve kullanım biçimi yeniden tariflendi. Böylece hem fiziksel sürdürülebilirlik sağlandı hem de markanın mekânsal kimliği farklı bağlamlarda yeniden üretildi.
Bir diğer örnek, Gante Mutfak Yarışması’nda ödül alan projemizdi. Burada, sürdürülebilirliği malzeme düzeyinde ele alarak plastiglomerate adlı hibrit bir taş önerdik. Atık plastiğin farklı maddelerle birleşerek dönüşmesiyle oluşan bu malzeme geliştirilerek hijyenik yüzeyler sunabilir; projede özellikle mutfak tezgâhlarında kullanımı önerildi. Böylece atık, estetik ve işlevsel bir çözümle yeniden değerlendirildi.
Soruya doğrudan yanıt vermem gerekirse: Evet, Antroposen çağında yaşadığımıza inanıyorum ve ne yazık ki dünya artık geri döndürülmesi oldukça güç bir noktaya gelmiş durumda. İklim krizinin yalnızca inşaat sektörüyle sınırlı olmayan, çok katmanlı bir etkisi var ve sonuçlarını artık açıkça yaşamaya başladık. Korkarım ki, bu gidişat radikal bir dönüşüm olmadan durdurulamayacak.
Gerçek bir paradigma değişimi; yani her ölçekteki mimarın daha az, daha yerel ve geri dönüştürülebilir malzemeyle üretmeye başlaması halinde bu sürecin yavaşlatılması inşaat sektörü ölçeğinde belki mümkün olabilir. Fakat bu noktada çelişkili bir gerçeklik çıkıyor karşımıza: Hem bu kötümser senaryonun farkında olmak hem de aynı anda tükenmeyen bir iyimserlikle mücadeleye devam etmek zorundayız. Belki de mimarlık, tam da bu paradoks içinde umut üretebilecek bir alan. Zararın neresinden dönülürse, diğer çözüm ihtimallerinin önü açılır.
Ölüm teması mimarlıkta çoğu zaman zor ve hassas bir konu olarak kabul edilir. “Calumeno Mozolesi” projesi, tasarım ve konsept olarak oldukça özgün bir örnek. Tasarımda ölüm temasını nasıl ele aldığınızı anlatabilir misiniz? Bu yapı ölüm ve yas kavramlarını nasıl bir anlatımla mimariye yansıtıyor?
Calumeno Mozolesi’ni tasarlarken, mimarlık tarihinde sıkça başvurulan bir alegoriden, yani yatay ve dikey eksenlerin metaforik anlamlarından yola çıktık. Dikey eksen, ölümle ilişkilendirilen aşkınlık, ilahi olan ve dünya ötesini temsil ederken; yatay eksen gündelik yaşamı, dünyeviliği ve bedensel varoluşu simgeler. Bu dikotomi, hem mimari kurguya hem de yapının atmosferine yön veren temel bir yaklaşım oldu.
Feriköy Latin Katolik Mezarlığı’nda bulunduğunuzda bu dikeyliğin etkisini hem tarihi mezar taşlarının biçimlerinde hem de doğal peyzajın parçası olan servi ağaçlarında hissedersiniz. Biz de bu güçlü dikey etkiyi Calumeno Mozolesi’nin dış cephesine taşıdık. Cephede yer alan kaset paneller, dikey doğrultuda uzatılarak yapının olduğundan daha uzun ve ağırbaşlı algılanmasını sağladı; bu form dili mozolenin mimari kimliğini belirleyen temel öğe oldu.
İç mekânda ise dikeydeki bu metaforik yaklaşımı farklı bir düzlemde sürdürdük. Zemin katta kullanılan cam döşeme, ziyaretçinin kendi yansımasını tepe ışıklığı vasıtası ile gökyüzüyle ve camın altındaki tabutlarla aynı perspektifte birleştirerek mekâna zamansızlık ve sonsuzluk hissi kazandırıyor. Bu cam yüzey, mozolenin içini adeta bir boşluk haline getirirken, apsiste yer alan ışıklı haç ve tavan ışıklığı sayesinde ışık, mekânın esas aktörüne dönüşüyor.
Malzeme tercihinde ise sade ve müdahalesiz bir dil benimsedik. Brüt beton yüzeyler ve kontrollü ışık kullanımı, ziyaretçilerin kendi duygularıyla baş başa kalabilecekleri sessiz, dingin bir atmosfer yaratmayı amaçladı. Bu yönüyle, Tadao Ando’nun Church of Light yapısında kurguladığı içsel atmosfer bizim için önemli bir referans noktası oldu. Ando’nun mimarisinde olduğu gibi, burada da biçimden çok ışığın kendisi anlatının taşıyıcısı haline geldi.
Gebze Yüksek Teknoloji Üniversitesi, Maltepe Universitesi ve Doğuş Üniversitesi’nde yarı zamanlı proje yürütücülüğü yaptınız. Öğrencilerle birlikte üretmek ve tasarım yapmak size nasıl bir entelektüel katkı sağlıyor? Sizce bugünün mimarlık eğitimi hangi alanlarda kendini değiştirmeli?
Yaklaşık dokuz yıl boyunca farklı dönemlerde, farklı üniversitelerde proje stüdyoları yürüttüm. Bu süreçte Türkiye’deki mimarlık eğitiminde sıklıkla karşılaştığım şey, tasarım sürecinin adım adım ilerleyen, sıralı ve sonuç odaklı bir formata indirgenmesiydi. Genellikle “analiz yap – diyagram üret – konsept geliştir” gibi standart bir şablon içinde yürüyen bu yapı, öğrencileri bir tür metodolojik ezbere itiyor. Oysa tasarım dediğimiz şey çoğu zaman bu aşamaların sonunda değil, henüz o aşamalar başlamadan önce ortaya çıkan ilksel bir itkide saklıdır: Henüz dile gelmemiş, biçim kazanmamış ama hissedilen o ilk imge...
Stüdyo pratiği boyunca bu ezberi sorgulayan, sürecin silikleşmiş ya da göz ardı edilen anlarını görünür kılan alternatif yollar, metodlar ve tasarım taktikleri geliştirmeye çalıştım. İlk eskizle analizler arasındaki uçurumu köprülemeye çalışan farklı tasarlama egzersizleri denedik. Bu yöntemler sayesinde, henüz güçlü bir tasarım alışkanlığı edinememiş ortalama bir üçüncü sınıf öğrencisinin bile beklenmedik ve yaratıcı projeler ortaya koyabildiklerini gözlemledim.
Görüşüme göre, mimarlık eğitiminde öğrencilere “tasarlamak” aslında öğretilmiyor. Genellikle yalnızca veri toplamaları ve araştırma yapmaları isteniyor; ardından bu verilerle nasıl bir tasarım süreci kurulacağına dair sistematik bir rehberlik sunulmuyor. Bu, öğrenciyi “denize atıp yüzmeyi öğrenmesini beklemek” gibi. Bu nedenle, sadece sezgisel olarak güçlü birkaç öğrencinin sivrilebildiği bir yapı ortaya çıkarken, geri kalan çoğunluk yalnız bırakılıyor.
Oysa bir öğrenci, eğitim hayatı boyunca aldığı sekiz proje stüdyosunda farklı hocalardan farklı tasarlama yöntemleri görebilirse, zamanla kendi yöntemini ve dilini inşa edebilir. Mimarlık eğitimi, özellikle proje stüdyolarında, öğrenciye sadece “ne tasarlayacağı” değil “nasıl düşüneceği” konusunda da yol gösterici olmalı.
Sorunuzu daha çok proje stüdyoları çerçevesinden ele aldım; elbette mimarlık eğitiminin dönüşmesi gereken başka alanları da var. Ama benim için bu deneyim, doğrudan tasarlama biçimlerinin nasıl öğretildiği ve deneyimlendiği üzerine yoğunlaştı.

KO-architects olarak henüz hayata geçmemiş ama sizin için çok özel olan bir proje fikriniz var mı? Eğer sınırların olmadığı bir proje gerçekleştirme şansınız olsaydı, nasıl bir yapıyı tasarlamak isterdiniz?
Biraz ters köşe bir yanıt olacak belki ama “sınırların olmadığı” bir projeyi düşünmek, bana pek cazip gelmiyor. Hatta açık söylemek gerekirse, tasarımın en etkileyici tarafının tam da sınırlar, kısıtlar ve çelişkiler içindeki yaratıcı çözümler olduğunu düşünüyorum.
Gerçekten sınırsızlık içinde bir tasarım yapma fikri, tasarımı tanımsızlaştıran, mekânsal olarak da belirsizleştiren bir hale bürünebilir. Oysa mimarlık tam da sınırlara verilen tepkilerle, bağlamla, ihtiyaçla, krizle kurulan ilişki üzerinden anlam kazanıyor. Yani “sınırsız bir yapı tasarlamak ister miyim” sorusu yerine, nerede en çok sınırlanıyorsam orada nasıl bir özgürlük üretebilirim sorusu benim için daha yaratıcı ve ilgi çekici.

Projelerinizde biçim, boşluk, ışık ve malzeme arasında güçlü bir bağ var. Bu dengeyi kurarken sezgileriniz mi ağır basar, yoksa belirli mimari teoriler mi size yön verir? Tasarıma başladığınızda ilk olarak neye odaklanırsınız?
Tasarıma başlarken öncelikle konuyu, işlevi ve temayı derinlemesine anlamaya çalışırım. O mekânda olayların nasıl gerçekleşeceği, insanların orada nasıl davranacağı gibi sorular üzerine detaylı araştırmalar yaparım. Bununla eş zamanlı olarak, o konuya dair birikmiş klişeleri zihnimden temizlemeye çalışırım. Bunu bir tür “soyma” süreci gibi düşünebiliriz; mevcut örneklerden geriye giderek, daha arkaik, daha öncül bir örüntüye ulaşmaya çalışmak—yani konunun esasını araştırmak.
Bununla birlikte, konuyla doğrudan ilgili olmayan, kişisel bir görsel arşivin de yaratıcı süreci önemli ölçüde beslediğini düşünüyorum. Bu tür görseller üzerine yeterince uzun süre bakıldığında, zihin beklenmedik bağlantılar kurmaya, yeni ilişkiler üretmeye hazır hale geliyor.
Belirli mimari kuramlardan ziyade, farklı alanlardan ödünç alınmış tasarım yöntemlerinin mimarlıkla “yer değiştirmesi” bana daha üretken geliyor. Örneğin, yönetmen Michael Haneke’nin fragmanter anlatı yapısı, bazı projelerde mekânsal kurgu geliştirmeme yardımcı olabiliyor. Birtakım mekânsal doğru fragmanları bularak bu parçaların nasıl bir araya gelebileceği üzerine çalışmak gibi. Mimarlıkta teoriyle değil de, farklı yöntemlerle çalışmanın dönüştürücü gücüne inanıyorum.