Mimarlık, Sadece Yapılar Değil, Yaşam Biçimleri Önerir
Mimarlık sadece bina yapmak değildir... Bu cümleyi pek çok kez duymuş olmalıyız ancak mimar Burcu Sevinç’in mesleki yaklaşımında bu söz gerçekten yerini buluyor. Beoffice’in kurucu ortağı, mimar ve aynı zamanda eğitmen olan Sevinç, mimarlığı bir düşünüş tarzı, toplumsal sorumluluk ve etik bir yaklaşım olarak ele alıyor. Bu röportajda; mimarlık eğitiminden kadın olmanın meslekteki zorluklarına, sürdürülebilirlik kavramının ne denli derinlikli olduğundan uluslararası bir ödülün heyecanına kadar pek çok konuyu konuştuk.

İstanbul’da çeşitli mimarlık ofislerinde çalıştınız ve 2016-2017 yılları arasında Emre Arolat Architects’te mimar olarak görev aldınız. Emre Arolat Architects’te mimar olarak çalışmak size neler kattı? Bu dönemin sizi hem entelektüel hem mesleki anlamda nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsunuz?
Emre Arolat Architects’te geçirdiğim dönem, mesleki yolculuğumda bir dönüm noktasıydı. Bu ofiste kısa bir süre dahi olsa çalışmak, yalnızca teknik becerilerimi değil, mimarlık mesleğine dair kavramsal yaklaşımımı da derinden etkiledi. Birbirinden farklı ölçeklerde ve fonksiyonlarda çeşitli işlerin içinde bulunma fırsatı yakalamış olmak, mimarlığın sadece yapı üretimi değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olduğunu daha iyi kavramama olanak tanıdı.
Emre Arolat’ın mimarlığı ele alış biçimi, bağlamla kurduğu özgün ilişkiler, malzeme seçimindeki titizlik ve mekânın deneyimlenişine verdiği önem, kendi tasarım yaklaşımımın şekillenmesinde önemli bir referans noktası oldu. Hâlen o yıllardan ve ofiste geçirdiğim süreçten bahsederken Emre Arolat Mimarlığı bir mimarlık okulu olarak tanımlar, geçirdiğim sürecin benim için yoğun eğitsel arka planından bahsederim. Bu süreçte çok yönlü düşünme, eleştirel bakış geliştirme ve tasarımın entelektüel arka planını sorgulama alışkanlıkları kazandım.
Elbette belirtmeden geçemeyeceğim önemli bir nokta daha var. Burada geçirdiğim süreç, Rıfat Yılmaz ve Süleyman Yıldız ile tanışma ve birlikte çalışma fırsatını bana vererek, 2017 yılında kurduğumuz Beoffice’in temellerini oluşturdu.

Türkiye’de mimarlık mesleğinde kadın olmanın getirdiği avantajlar ve zorluklar sizce neler? Sizin bu anlamda kişisel deneyimlerinizden doğan gözlemleriniz var mı? Mimarlık dünyasında daha fazla kadının söz sahibi olabilmesi sizce neler yapılmalı?
Bu yüzyılda, bu dünya da ve toplumlarda hâlen herhangi bir meslek grubunu “kadın” kimliği üzerinden sorguluyor olmak sızı yaratıyor. Mesleği erkek üzerinden düşünmüyoruz veya meslekte umut vadeden erkekler diye bir ödül yok örneğin. Virginia Woolf, 1929 yılında kimlik ve varoluş üzerine düşüncelerini belirttiği Kendime Ait Bir Oda kitabında şöyle diyor: “Sadece kabuğumu delebilmem için çelikten pençelerim ve pirinçten gagam olmalıydı.” Woolf, o yıllarda kadınların yazar, sanatçı, düşünür olarak var olabilmeleri için sıradan bir azim değil; neredeyse doğaya aykırı bir güç, direnç ve dayanıklılık gerektiğini anlatıyor. Toplumun erkek egemen yapısının içinde, kadınların kendilerini ifade edebilmek için adeta savaşmak zorunda kaldıklarını söylüyor. Bu, kadın olmanın zorluklarını ve bu zorluklara karşı ne denli güçlü bir duruş gerektiğini mecazi bir dille ortaya koyuyor. O 1929 yılından bahsediyor, bense — sanki, ne yazık ki — benzer hislerle 2025.
Türkiye’de mimarlık mesleğinde kadın olmak, hem görünmez bariyerlerle mücadele etmeyi hem de bu mesleği dönüştürme gücüne sahip olmayı aynı anda içeriyor. Çelikten pençeler ve pirinçten gaga ile kabuğu kırabiliriz, yeni ve çok daha iyi olasılıklar yaratabiliriz. Kadın mimarlar olarak tasarım süreçlerinde, şantiyelerde ya da karar alma mekanizmalarında zaman zaman cinsiyete dayalı önyargılarla karşılaşabiliyoruz. Bu durum, bireysel olarak özgüvenli ve dirençli olmayı zorunlu kılarak öğretiyor. İstisnalar yok mu? Elbette var. Profesyonel olarak geçen 10 küsur senede çok duyarlı, cinsiyetçi bir tutum sergilemekten imtina eden işverenlerle de karşılaştım; kendileriyle çalışmak da her zaman çok daha verimli oldu.
Öte yandan, kadın mimarların empati yeteneği, çok yönlü düşünme becerisi ve ayrıntılara gösterdiği özen gibi niteliklerin proje üretiminde değerli katkılar sağladığını düşünüyorum. Bu özellikler yalnızca estetik değil, aynı zamanda insan odaklı ve sürdürülebilir mekânlar üretme konusunda da belirleyici olabiliyor.
Kendi deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, farklı zorluklara rağmen kadın olmanın sağladığı bakış açısı tasarım sürecime her zaman derinlik kattı. Kadınların mimarlık dünyasında daha fazla söz sahibi olabilmesi için kadın liderliğinde tasarım platformlarının desteklenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten mesleki politikaların hayata geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ayrıca, başarı hikâyelerinin görünür kılınması, genç kadın mimarlar için ilham verici bir zemin oluşturacaktır.

Sürdürülebilirlik günümüz mimarlığının en çok konuşulan kavramlarından biri. Ama sizce mimarlık gerçekten doğaya verdiği zararın bedelini ödeyebilir mi? Ya da mimarlığın doğaya karşı böyle bir borcu ödeyebileceğine inanmak, biraz fazla iyimser bir çaba mı?
Bu çok derinlikli bir soru. Bir kez daha, bu kez okuyan herkese ben sormak isterim: Sizce ödeyebilir mi?Yürüdüğümüz yollarda dahi izlerimiz kalırken, yaşamın kendisi evrende izler bırakırken, bence bütünüyle ödeyebileceğimize inanmak çok iyimser bir bakış açısı olarak kalır. Çünkü inşa etmenin kendisi zaten doğaya bir müdahale anlamına geliyor. Ancak bu gerçekle yüzleşmek, mimarlığın tamamen elini çekmesi gerektiği anlamına da gelmiyor. Aksine, bu durum mimarlığa daha sorumlu, daha ölçülü ve daha bütüncül bir yaklaşım geliştirme sorumluluğu yüklüyor. Öncelikle, sürdürülebilirlik kavramını bugün pek çoklarının kullandığı bir “pazarlama stratejisi” veya bir “etiket” olmaktan çıkarmalı; kavramın özünü düşünerek tasarım kimliğimizi ve stratejilerimizi dönüştürmeliyiz. Hatta üst yönetimlerce bunun zorunlu kılınması gerektiğini, bu konuda çeşitli teşviklerin hayata geçirilmesi gerektiğini de düşünüyorum. Sürdürülebilirlik sadece enerji verimliliği ya da malzeme seçimiyle sınırlı değil; bir yapının yaşam döngüsünü, çevresiyle kurduğu ilişkiyi, hatta sosyal adaleti gözeten bir yaklaşımla ele alınmalı. Bu da ancak mimarlığın doğaya karşı bir borcu olduğunu kabul ederek ve bu borcu hafifletmeye çalışarak mümkün olabilir.

Beoffice’i 2017 yılında Rıfat Yılmaz ve Süleyman Yıldız ile kurdunuz. Sürdürülebilirlik ve çevresel duyarlılık Beoffice’in tasarım anlayışında ne kadar yer alıyor? Özellikle bu konuda projelerinizde somut olarak ne tür uygulamalar yapıyorsunuz?
Beoffice’i, Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Kampüs Tasarım Yarışması’ndan aldığımız 1.’lik ödülünün vesilesiyle kurduk. Daha öncesinde zaten aynı mimarlık ofisinde çalışan ekip arkadaşları idik ve birlikte çeşitli ölçek ve fonksiyonlarda üretimler yapmış, bazılarının inşa süreçlerini yakından takip ederek hayata geçtiğini görmüştük. Hatta bazı projeleri, yaşam döngülerinin içinde, bu kez kullanıcı kimliğiyle deneyimleme ve tüm süreci çeşitli yönleri, eleştirel bakış açılarıyla tartışma fırsatı bulmuştuk.
Beoffice’i kurarken, ölçek veya işlev fark etmeksizin, yalnızca estetik ya da fonksiyonel çözümler üretmeyi değil; aynı zamanda çevresiyle dengeli ilişkiler kuran yapılar tasarlamayı hedefledik. Sürdürülebilirlik bizim için bir sonuç değil, tasarım sürecinin başından itibaren var olan bir öncelik. Hatta çoğunlukla projeye başladığımız andan itibaren “sürdürülebilirlik bağlamında sözümüz ne?” gibi bir soru sormaksızın, mimari düşünsel arka planımızda zaten var olan ve bizi bu bilinçle yönlendiren bir öncelik. Dolayısıyla bu kavram Beoffice’in tasarım anlayışında merkezde duruyor; yalnızca çevresel değil, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirlik anlamında da kapsayıcı bir yaklaşımla ele alıyoruz.
Her bir projeyi; zaman, mekân, iklim, insan, malzeme, kullanım-kullanıcı gibi akla gelebilecek tüm yönleriyle ele alıyor ve uzun analiz, araştırma, sorgulama ve tartışma süreçleri geçiriyoruz. Projenin bulunduğu yere ait olması, bunu yaparken kentle ve kültürle iyi ilişkiler kurmasına ve hatta gelecek projeksiyonda çevresini de dönüştürmesine, referans olabilmesine çabalıyoruz. Pasif enerji tasarımı ilkelerini uygulamaya çalışıyor; doğal havalandırma, gün ışığı kullanımı ve yerel malzeme tercihine öncelik veriyoruz. Bunun yanında geri dönüştürülebilir ya da düşük karbon ayak izine sahip malzemeler kullanmaya özen gösteriyoruz.
Sürdürülebilirliğin ölçülebilir ve tekrarlanabilir bir değer olması için sürekli öğreniyor, araştırıyor ve tasarımlarımızı bu bilgilerle güncelliyoruz. Çünkü inanıyoruz ki mimarlık, sadece yapılar değil, aynı zamanda yaşam biçimleri önerir. Ve bu yaşam biçimleri doğaya saygılı olduğu ölçüde geleceğe umut verebilir.

Beoffice olarak, 2025 Haziran ayında Europe 40 Under 40 ödülünü kazanmak büyük bir başarı. Avrupa’nın en iyi 40 genç mimarı arasında yer almak sizi nasıl etkiledi? Avrupa gibi geniş bir coğrafya da Türkiye’yi temsil etmek sizin için ne ifade ediyor?
Europe 40 Under 40 ödülünü almak, ekip olarak yürüttüğümüz çalışmaların uluslararası ölçekte karşılık bulduğunu görmek açısından son derece anlamlıydı. Bizler için, ölçek fark etmeksizin, her iş biricik ve her işe harcanan emek de biricik. Bu ödül sadece mimari üretimimizin beğenildiğini değil, aynı zamanda temsil ettiğimiz değerlerin — çevresel duyarlılık, bağlamla kurulan güçlü ilişki ve kullanıcı odaklı tasarım gibi — daha geniş bir coğrafya da yankı bulduğunu gösterdi. Uzunca sorgulamalar, tartışmalar ve mesailerle geçen, bir meslek tanımından ziyade bizler için bir yaşam biçimini ifade eden, yapmaya çalıştığımız mimarlığın ödüllendirilmesi ilham verici. Bu ödül sadece bir başarı değil, aynı zamanda bulunduğumuz coğrafyanın, kültürel çeşitliliğin ve mimarlığa kattığımız özgün perspektifin görünür olması anlamına geliyor. Mimarlığın evrensel dilini konuşurken, yerelden gelen referansları da korumanın ne kadar değerli olduğunu bu süreçte bir kez daha gördük.
Bu ödül bize yalnızca cesaret değil, aynı zamanda daha büyük bir motivasyon kazandırdı. Umarım hem kadın, hem genç meslektaşlarım için de umut vadedici bir ödül olarak okunur, onlara da ilham kaynağı olur.
2010 yılından bu yana ulusal ve uluslararası tasarım atölyeleri düzenleyerek Türkiye’nin farklı kentlerinde ve Afrika’da atölye serisi gerçekleştirdiniz. Afrika’daki atölyelerde özellikle hangi temalar üzerinde duruyorsunuz? Bu temalar mimarlık pratiğinizde nasıl bir yer tutuyor?
2010 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne başladım. Sanıyorum, mesleğimizin çok yönlü, çok kültürlü, araştırma ve sorgulama ile beslenen bir yapısı olduğunu ilk kez okulun ilk günü, tanışma dersinde fark ettim. Üniversite eğitiminde, öğrenci–öğretmen ve öğrenci–öğrenci arasındaki informal öğrenme biçiminin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu yıllarda dönem arkadaşlarımızla birlikte çeşitli öğrenci yarışmalarına katıldık ve bazı ödüllere layık görüldük. Bu süreç yalnızca üretmek değil, öğrendiğimizi aktarma isteğini de beraberinde getirdi. Bu motivasyonla Bursa’da bir köy okulunda çocuklarla birlikte, geri dönüşüm malzemeleriyle çevre sorunlarına yönelik çözümler üzerine maket çalışmaları yaptığımız bir atölye düzenledik. Aynı yıl, Yıldız’da çeşitli sponsorların desteğiyle, malzeme bilgimizi artırmaya yönelik atölyeler organize ettik. 2014 yılında AIESEC değişim programı ile Tunus’a giderek üç ay boyunca yerel öğrencilerle kent, mimarlık, ekoloji ve turizm üzerine atölye çalışmaları yürüttüm. Beoffice olarak da İstanbul’da üniversite öğrencileriyle söyleşiler ve atölyeler düzenleyerek karşılıklı öğrenme ortamları yaratmaya devam ettik. Bugün bu paylaşım pratiği, Bursa Uludağ Üniversitesi’nde proje stüdyosu yürütücüsü olarak sürüyor. Bu etkileşimler elbette ki bizim mimarlık pratiğimizi de besliyor. Biz sadece bildiklerimizi aktarmıyoruz; aynı zamanda yeni fikirler ediniyor, farklı bakış açılarıyla besleniyor ve her defasında yeniden öğreniyoruz. Bana ve Beoffice’e ifade alanı yarattığınız için ben teşekkür ederim.