Sürdürülebilirlik Yaşanılabilirlikle Anlam Kazanır

‘‘Sürdürülebilirlik, bence ancak tamamlayıcısı olan “yaşanılabilirlik” ile birlikte anlam kazanıyor. Yani hem bugün hem yarın için, insan ve doğal yaşamı gözeten bir dizi karar ve eylem bütünü. Bu yüzden sürdürülebilirliği mimarlığın içine sıkıştırılmış teknik bir alt başlık olarak değil, sosyolojik, ekonomik, çevresel ve eğitsel boyutları olan bir yaşam modeli olarak görüyorum.’’ 

Dilekci Architects, mimarlığı yalnızca form ve işlev üretimi olarak değil, insanın kentle, zamanla ve kendi yaşam deneyimiyle kurduğu çok katmanlı ilişkinin arayüzü olarak ele alan bir ofis. Yapının ömrünü, kentin dönüşen dinamiklerini, toplumsal sorumlulukları ve mekânın duygusal etkilerini aynı düşünsel hatta buluşturan bu yaklaşım; Dilekci’nin mimarlığa dair tutarlı, ölçülü ve zamana dirençli duruşunu görünür kılıyor. Bu söyleşide Durmuş Dilekci ile mimarlığın değişen rolünü, yapının zamanla kurduğu ilişkiyi, dönüşüm projelerinde geliştirdikleri stratejileri ve geleceğin mimari yaklaşımına dair öngörülerini konuştuk.

Mimarlıkla yolunuz nasıl kesişti? Bu mesleği seçmenizde sizi en çok etkileyen kişi ya da olay neydi? 

Belirli bir kişi ve olaydan daha çok yaşadığınız yapılı çevrenin sizde yarattığı etki diyebiliriz. Bunun cevabının çoğunlukla mimarlıkla ilişkili olduğunu bilmeden sorduğunuz sorular ve meraklar bunlar belki de… Mimarlığın mekânın-çevrenin insanın gündelik hayatını nasıl değiştirdiği ile ilgili olması. Basit görünen bir çizginin duvara, o duvarda yansıyan ışığın mutluluğa ve bir yaşam senaryosuna dönüşebilmesidir. “Güzel bina” fikrinden çok, bir yapının bütün bir yaşam biçimini dönüştürebilme ihtimali benim için çok daha anlamlı 


‘‘Formu ya da imajı değil; bağlamı, iklimle kurulan ilişkiyi, yerden aldığını mimarlık yoluyla oraya geri verme ihtimalini dert edinen bir mimarlık çizgisi, bu yüzden benim için hem meslek seçiminin hem de bugün hâlâ sürdürdüğüm pratiğin asıl motivasyonunu bu oluşturuyor.’’


Eğitim ve mesleki pratiğimde ise mimarlık; bu sezgisel ifade nin “yerin ruhu” kavramı olduğunu keşfetmemle başladı diye düşünüyorum. Mimarlığın sadece form üretmek değil, üzerinde durduğu yerin potansiyellerini keşfetmek, iklimi doğru okumak, yerel malzeme ve üretimle kurulan ilişkiyi tasarımın merkezine almak olduğunu görmek... Tasarım süreci hep aynı yerden başlar: Önce “yapının parçası olduğu hayat ve kent ile kurduğu ilişkiyi nasıl ele almalıyız?” sorusu. Formu ya da imajı değil; bağlamı, iklimle kurulan ilişkiyi, yerden aldığını mimarlık yoluyla oraya geri verme ihtimalini dert edinen bir mimarlık çizgisi, bu yüzden benim için hem meslek seçiminin hem de bugün hâlâ sürdürdüğüm pratiğin asıl motivasyonunu bu oluşturuyor. 

Çocukluk ya da öğrencilik döneminizden “belleğinizde kalan ilk yapı”yı hatırlıyor musunuz? 

Belleğimde ilk kalan, çocukluğumda ablamın elimden tutarak ara ara götürdüğü üst komşumuzun çalıştığı Seyfi Arkan’ın İzmit Halk Eğitim Merkezi binası. Burada sinema, tiyatro, sanat atölyesi dahil bir çok aktivite yapılırdı. Yapı etkileyici ama mütevaziydi; ama modern ve dengeli diliyle, herkese açık olma haliyle bende derin bir iz bırakmıştı. Geniş merdivenlerinden çıkarken, büyük camlardan süzülen ışığın içeri doluşunu, insanların aynı çatı altında öğrenmek, üretmek, kendini geliştirmek için bir araya gelişini izlerdim. O yapı, mimarlığın sadece “güzel bir kabuk” değil, halkın gelişimine ve eğitimine alan açan bir altyapı olduğunu sezdiğim ilk yer oldu. 

Bir yapı, toplumla nasıl ilişki kurabilir onun cevaplarını veriyordu: Kamusallığı gerçekten kuruyor mu? İçeri adım atan herkese “burada olma hakkın var” diyebiliyor mu? Işığı, hacmi, dolaşımıyla öğrenmeyi, karşılaşmayı, dönüşümü mümkün kılıyor mu? Mimarlığa bakışım, işte o modern ve mütevazı halk eğitim merkezinin hafızamda bıraktığı bu sorularla şekillendi; hâlâ her projede, mekânın insanı ve toplumu nasıl eğitebileceğini, nasıl güçlendirebileceğini düşünmemi sağlayan şey de bu erken karşılaşma. 

Kariyerinizin erken döneminde yaşadığınız bir dönüm noktasını bizimle paylaşır mısınız? O dönemdeki kararınız bugün hâlâ mimarlık anlayışınızda hissediliyor mu? 

İTÜ’de yüksek lisans tezimi hazırladığım dönemde Hülya Yürekli hocamın açtığı perspektiften yaptığım araştırmalar ve okumalar benim için çok önemliydi. Koolhaas’ın Delirious New York ve S, M, L, XL kitaplarında tartıştığı küreselleşme, kentlerin dönüşümü ve değişen tasarım metodolojileri; aynı dönemde Nouvel’in insan duygularını kışkırtan, ruhuna işleyen rasyonel keşifleri ve MVRDV’nin mimari dışı disiplinlerle kurduğu iş birlikleri üzerinden geliştirdiği multidisipliner üretim biçimi, mimarlığa bakışımda yeni perspektifler açtı. Bu okumalar, mimarlığın yalnızca biçimsel bir eylem değil, karmaşık kent dinamiklerini, zaman boyutunu sürece dahil eden, belirsizlik ve çelişkileri de kapsayan bir düşünme zemini olduğunu anlatmaktaydı. 

Bu teorik zemin, yapı ölçeğinden bağımsız olarak benim mimarlık hayatımda doğrudan bir tür sorgulamaya dönüştü. Tek işlevli, tek senaryolu planlar yerine, çakışan programlara, zamanla dönüşebilen kullanımlara ve gündelik hayatın beklenmedik karşılaşmalarına alan açan mekânlar kurmaya çalıştım. 

“Artık” gibi görünen ara boşlukları, dolaşım alanlarını ve köşede kalmış hacimleri tasarımın destekleyici etkin unsurları olarak ele aldım; yalnızca temsil için üretilmiş, gösterişli ama işlevsiz her jesti bilinçli olarak geri ittim. Bugün hâlâ projelere, okumalarımın ve sorgulamalarımın izleriyle; verili programı yeniden kurmak üzerine bir yerden yaklaşıyorum. 


‘‘İyi mimarlık, hız karşısında dayanıklılık ve nezaketi temsil etmeli. Zamansızlık ile güncel olmak bir terazi gibi: Biri ötekini dışlayamaz. Yapı, çağının teknolojisini ve ihtiyaçlarını karşılamalı ama modanın esiri olmamalı.''


Projelerinizde mimari dili biçimlendirirken hangi değerler sizin için değişmezdir? “Zamana dayanma” ve “uzun ömürlü olma” kaygınız tasarımda nasıl karşılık buluyor? 

Bir önceki cevabımın devamı niteliğinde bakmak lazım. O dönemlerdeki okumalarımda, yapıların “sonsuz” olmaması fikri benim ilgimi çekmişti. Çünkü 20. yüzyıl öncesine kadar mimarlığın tam tersine nesiller arası bilgi aktaran sonsuz nesneler olması gerçekliği vardı. Yaşadığımız dünyayı, toprağı daha fazla mimarlık için yok etmek yerine mevcut olanın öncelikle dönüşümü, ya da mecbursa yıkımı üzerinden konuyu ele almak olarak bakıyorum. Özellikle teknoloji ve iletişim döneminde, mimarlığın taştan kitap rolünün ortadan kalktığı bir zamanda daha anlaşılır gelmekte. Yeter ki yapı, bir bilinç ile yapılmış ve yıkılmadan korunabilecek altyapıya sahip olsun. 

Koruma pratiğimizin giderek güçlenip neredeyse güncel yapıları bile hemen “tarihselleştirdiği” bir dönemde; yapılar bir yandan hiç olmadığı kadar hızlı eskirken, diğer yandan onları koruma refleksimiz ve birikimimiz hiç olmadığı kadar güçlü. Bu gerilim, benim için çok önemli bir soru üretiyor: Bir binayı mutlak kalıcılık iddiasıyla mı, yoksa kontrollü bir geçicilik, esneklik ve dönüşebilirlik iddiasıyla mı tasarlamalıyız? Bir projenin başarısını sadece açılış günündeki fotoğrafıyla değil, 10–20 yıl sonra nasıl yaşamaya devam ettiğini düşünmek de önemli. Yapıların da ömrü olduğunu kabul etmek, karamsarlık değil; tam tersine, tasarımı daha dürüst, daha esnek ve zamanla baş etme motivasyonu yaratacağı düşüncesi mi hâkim olmalı. Üstüne kafa yorulması gereken yeni kutsal kavramlar… 


‘‘Kıyı projelerinde deniz bizim için sadece “manzara” değil, bütün kurguyu belirleyen bir omurga. Mi’Costa, Folkart Blu ve Folkart Hills gibi işlerde ilk yaptığımız şey, denizi bir cephe değil, kamusal–yarı kamusal–özel alanların ardışık dizildiği bir eksen olarak görmek’’


Sizce iyi mimarlık, bugünün hızında ve değişen kent dokusunda neyi temsil etmeli? Bu konuda “zamansızlık” mı, “güncellik” mi daha kıymetli? 

İyi mimarlık, hız karşısında dayanıklılık ve nezaketi temsil etmeli. Zamansızlık ile güncel olmak bir terazi gibi: Biri ötekini dışlayamaz. Yapı, çağının teknolojisini ve ihtiyaçlarını karşılamalı ama modanın esiri olmamalı; kendi zamanına ait, zamanın ötesinde ölçülü kalmalı.

Swissôtel Çeşme projesi, mevcut yapıyı dönüştürme biçimiyle dikkat çekiyor. Dönüştürmekle yeniden inşa etmek arasında nasıl bir çizgi çekiyorsunuz? Mevcut yapının karakterini korurken modern ihtiyaçları nasıl çözdünüz? 

Mevcut yapının yeniden dönüşümü bir projeyi baştan yapmaya kıyasla çok katmanlı, kompleks bir çalışma modelini mimara dayatır. Çok daha zorlayıcı ve sınırlayıcıdır.  Otel yapısını oluşturan ana blok, 1999 öncesi deprem yönetmeliğine göre inşa edilmiş bir strüktüre sahiptir. Yapılan detaylı analizlerle güçlendirilerek yaşatılabilecek bir omurga imkânı olup olmadığını incelendik. Buna karşılık yıllar içinde eklenmiş çelik kongre hacimleri, küçük sahil yapıları ve çeşitli eklentiler hem yapının Silüetini bozmakta hem de teknik olarak sürdürülebilir görünmemekteydi. Yaklaşık %74 oranında kiriş–kolon–döşeme, %97 oranında da çekirdeği yerinde tutup güçlendirerek yaklaşık 25.650.000 kg gömülü karbon tasarrufu sağladık. Yapıyı yıkıp baştan yapmak yerine dönüştürmeyi seçerek yaklaşık 25.650 ton CO₂ tasarruf ettik; bu, 5.500’den fazla aracın bir yıllık emisyonuna ya da 60 bin ağacın 20 yıl boyunca yapacağı karbon tutumuna denk bir etki.

Bu yaklaşım, mimari kararları da belirledi. Mevcut yapının belleğini taşıyan kütle, denizle kurduğu ölçek ve yükseklik oranlarıyla korunurken; onu yeni bir dil ile silüet dengesi içinde gözeterek daha mütevazi bir algı yaratacak, yakın çevresiyle daha barışık bir dil ile bağlantı kurabilecek bir şekilde baştan tasarlandı. Silüeti sadeleştirmek için işlevini yitirmiş saçaklar, rastlantısal ekler ve kopuk hacimler temizlendi; yatay genişletilmiş teraslar, parapetler ve gölgede bırakılan şeffaf cepheler ile Ilıca manzarasını çerçeveleyen, mütevazi ve tutarlı bir dil kuruldu.  

Bir diğer kritik çizgi de iklim ve sürdürülebilirlik üzerinden geliştirildi. Ilıca’nın rüzgâr rejimi ve güneşlenme değerleri, yeni kullanım amaçları, yeni avlular, boşluklar ve teras kurgusunu belirledi.  

Türkiye’de mevcut yapı stokunun dönüştürülmesi acil bir gündem. DDA’nın retrofit projelerinde “en çok etki yaratan az sayıdaki müdahale” prensibiniz var mı? 

Bize aslında bir “ileri dönüşüm” meselesi olarak bakmak daha doğru geliyor: Yapıyı sıfırlayıp yeniden üretmek yerine, mevcut omurganın içinden ikinci bir hayat çıkarmak. Bu yüzden “en çok etki yaratan az sayıdaki müdahale” gerçekten önemli. Hem gömülü karbonu, hem bütçeyi, hem de yapının belleğini koruyan birkaç kritik hamle ile eyleme geçilmeli. 

Önce “Ne kadarını yıkmadan yaşatabiliriz?” sorusunu sormalıyız. Taşıyıcı sistem ve çekirdek mümkün olduğunca korunup güçlendirilerek ve yeni tasarıma yaklaşımlarına göre uyumlanarak ele alınmalı; yeni program çerçevesinde yıllar içinde yapışmış, işlevini yitirmiş eklentiler ve ağır kabuklar ortadan kaldırılmalı ve yapı hafifletilmeli. Yani ilk stratejik müdahale, yapının iskeletini yeniden kullanmak aslında. 

Korunmaya değer mevcut yapılarda en büyük dönüşüm çoğu zaman plan şemasını “yeniden ele almaktan” geçiyor. Gün ışığını içe çeken boşluklar, sadeleştirilmiş koridorlar, okunaklı bir dolaşım rotası… Gün ışığı derine indiğinde ve sirkülasyon netleştiğinde, kullanıcı deneyimi dramatik biçimde iyileşiyor. Yeni bir bina yapmadan, sadece boşlukları doğru açarak ve akışı berraklaştırarak bu yapılar için yeni bir hayat vadedilebilir.

Mi’Costa ve Folkart gibi projelerde “kıyı mimarisi”ne özel bir duyarlılık hissediliyor. Denizle kurulan ilişki sizin için nasıl bir tasarım aracı? Kıyı ikliminin mimari kararlara etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Kıyı projelerinde deniz bizim için sadece “manzara” değil, bütün kurguyu belirleyen bir omurga. Mi’Costa, Folkart Blu ve Folkart Hills gibi işlerde ilk yaptığımız şey, denizi bir cephe değil, kamusal–yarı kamusal–özel alanların ardışık dizildiği bir eksen olarak görmek. Bu yüzden kütleleri her zaman ufka paralel ve açık alan-gölge imkânı verecek şekilde teraslanmış halde okuyoruz; yaratılan gölge alanlar ile hem silüeti hafifletiyor, hem de her birim için kesintisiz deniz ilişkisi kuruluyor. Folkart projelerinde olduğu gibi, oluşturulan iç avlu, iklimsel bir odak olup; kuzey rüzgârlarını içeri çeken, sürpriz kadrajlarla denizi yeniden çerçeveleyen ve kamusal–özel eşiklerin okunaklı olduğu bir boşluk ve yapının etrafına şekillendiği bir tasarım omurgası oluşturuyor.  

Kıyı iklimi, kararlarımızı ilk başta şekillendiriyor. Çeşme’de hâkim kuzey rüzgârları ve tuz, kütle yönlenmesinden malzeme detayına kadar her şeyi etkiliyor. Folkart Blu’daki gibi, kütleleri kuzey ve kuzeybatı panoramasını yakalayacak şekilde döndürürken, avluları rüzgâr koridoru olarak kullanıyoruz; böylece yazın pasif soğutma devreye giriyor, denizle görsel ilişki kesilmeden gölgeli, serin mikro iklimler oluşuyor. Geniş teraslar ve balkonlar, birer “dış oda” gibi çalışıyor; üstte bahçe-teras, altta gölgeli yaşam alanları üreterek iç–dış sürekliliği kuruyor.   

Deniz kenarında malzeme seçiminde ise, tıpkı Folkart Blu’da olduğu gibi, deniz kenarı ortama dayanıklı cephe sistemleri, bakımı yönetilebilir yüzeyler ve tuzla barışık detaylar öneriliyor; cephe dilini de bu teknik gereklilikleri saklamak yerine, onların üzerinden kuruyoruz.   

Kıyı mimarisi bizim için sadece“denize bakan” binalar tasarlamak değil; denizi yön, ışık, rüzgâr, dolaşım ve kamusal yaşamı örgütleyen bir tasarım aracı olarak kullanmak. Kütle ile topografya arasında kurduğumuz diyalog, avlu ve teras sistemleri, rüzgârı içeri alan boşluklar ve denizle kurulan kontrollü görsel temas; hepsi, o kıyı parçasına özgü ve uzun ömürlü bir mimari dil üretmek için devreye giren bileşenler. 


‘‘Sürdürülebilirlik, bence ancak tamamlayıcısı olan “yaşanılabilirlik” ile birlikte anlam kazanıyor. Yani hem bugün hem yarın için, insan ve doğal yaşamı gözeten bir dizi karar ve eylem bütünü.’’


Projelerinizde “sürdürülebilirlik” kavramını genellikle yenilenebilir enerji, malzeme geri dönüşümü ya da yoğun peyzaj entegrasyonu gibi teknik başlıklarda duyarız. Peki sizin için “sürdürülebilir mimarlık” kavramı daha geniş bir anlamda neyi ifade ediyor? 

Benim için “sürdürülebilir mimarlık” dediğimiz şey, sadece paneller, güneş kırıcılar, yeşil çatı ve buzdolabı verim sınıfından ibaret bir teknik liste değil; çok daha geniş bir yaşam modeli meselesi. 

Sürdürülebilirlik, bence ancak tamamlayıcısı olan “yaşanılabilirlik” ile birlikte anlam kazanıyor. Yani hem bugün hem yarın için, insan ve doğal yaşamı gözeten bir dizi karar ve eylem bütünü. Sadece enerji tüketimini azaltmak değil; kentte kaynak kullanımını ve atığı azaltırken, yaşam kalitesini ve erişilebilirliği artırmayı hedefleyen bir yaklaşım.   

Bu yüzden sürdürülebilirliği mimarlığın içine sıkıştırılmış teknik bir alt başlık olarak değil, sosyolojik, ekonomik, çevresel ve eğitsel boyutları olan bir yaşam modeli olarak görüyorum. Eğer bu dört ayakta karşılığı yoksa, sadece mimarideki iyi niyetli birkaç hamlenin bütüne etkisi maalesef samimi bir sonuç üretmiyor. Kavramın bu kadar politikleşmesinin sebebi de biraz bu; “yeşil”, “ekolojik”, “sürdürülebilir” gibi etiketler çoğu zaman rantı kamufle eden pazarlama araçlarına dönüşebiliyor.   

Öte yandan, mimarlığın rolünü de abartmıyorum: Bina ölçeğindeki her doğru karar önemli, ama mimarlık çok daha büyük bir resmin küçük bir parçası. Gerçek bir sürdürülebilirlikten söz edeceksek; politik kent planlama, toplu taşıma, sosyal adalet, atık yönetimi, çalışma–yaşama mesafeleri, kentsel yaşam kalitesi gibi başlıklarla beraber düşünmek zorundayız. Tek tek “iyi” binalar yapıp, onları plansız, parçalanmış bir kent dokusuna yerleştirdiğinizde, ortaya çıkan tablo sürdürülebilir olmuyor.   

Mimari tasarım ölçeğine dönersem; benim için sürdürülebilir mimarlık, “yer” ile kurulan ilişkiyle başlıyor. Yerin iklimsel verilerini doğru okumak, topoğrafyayı, rüzgârı, güneşi, suyu tasarımın ilk girdisi haline getirmek, mümkün olduğunca yerel malzeme ve yerel üretimle çalışmak… Yerden aldığını, yine mimarlık üzerinden oraya geri vermeye çalışmak. Bunun yanında, yapının kullanım sürecinde az enerji tüketecek pasif kararları öne almak – yani binayı ekipmanlarla “protez” gibi donatmadan, gölge, yönlenme, kesit, doğal havalandırma gibi mimari araçlarla işin büyük kısmını çözmek.   

Yapılarınızda malzeme seçiminde “doğallık, dayanıklılık ve bakım kolaylığı” dengesi nasıl kuruluyor? Hiç “malzeme sizi yönlendirdi” dediğiniz bir proje oldu mu? 

Tasarım biçim, malzeme, ışık ile vücut bulur. Malzeme elbette mimarinin taşıyıcı unsurlarından biridir; örneğin strüktürel ahşap ya da çıplak beton, yeri geldiğinde mimarinin anlatısını üstlenir ve kendisini  detaylarıyla ile tarif eder. O noktada mimar, fazla olanı çekip alarak malzemenin ışıkla buluşmasına ve konuşmasına izin verir. Ama önemli olan, seçtiğin malzeme yer için uygun mu, zaman bunu taşıyabilecek mi, kullanıcı bunu koruyabilecek mi, sorularının cevaplarıdır diye düşünüyorum. 


‘‘Mimarlık, sadece bina yapmak değildir; sağlam, erişilebilir, adil bir yapılı çevre üretmektir. Uzun ömür kaygısı bu yüzden etik bir meseledir: Kamusal kaynakları tüketirken nesiller arası adaleti gözetmekle ilgilidir.’’


İşverenle kurulan diyalog, projenin ruhunu nasıl etkiler? “İşveren ikna olduğunda proje tamamlanmış sayılır” diyebilir misiniz? 

İyi diyalog, ortak bir dil ve güven üretir; projenin ruhu da orada şekillenir. Ama “ikna” bitiş değil, başlangıç çizgisidir. Yeter ki kullanıcısı en baştan belli olan projeleri konuşuyor olabilelim. İsmi yatırım projesi olan projelerde yatırımcı dediğimiz, esasında işveren kullanıcıyı ifade etmez. Dolayısıyla projenin gerçekten tamamlanması kullanıcının işveren olmasıyla mümkündür. 

Mimarlığın toplumsal sorumluluğu üzerine ne düşünüyorsunuz? 

Mimarlık, sadece bina yapmak değildir; sağlam, erişilebilir, adil bir yapılı çevre üretmektir. Uzun ömür kaygısı bu yüzden etik bir meseledir: Kamusal kaynakları tüketirken nesiller arası adaleti gözetmekle ilgilidir. Dayanıklılık, kapsayıcılık ve onarım kültürü benim için estetik bir tercih değil, toplumsal sorumluluğun tasarımdaki karşılığıdır.  

Türkiye’de mimarlık ve kentsel tasarım alanında sizi heyecanlandıran trendler nelerdir? Önümüzdeki 5-10 yıl için ne gibi değişimler öngörüyorsunuz? 

Röportajda bahsettiğimiz başlıklar üzerinden gittiğimizde yakın gelecekte alttaki başlıkların daha çok konuşulacağını düşünüyorum.  

• Korunabilir mevcut yapıları güçlendirme ve uyarlanabilir yeniden kullanım senaryoları.

• Düşük karbonlu yapım: Ahşap–hibrit sistemler, yerel malzeme ve döngüsel ekonomi.

• İklim uyumlu kamusal alan: Gölgeleme, su yönetimi, yaya–mikromobilite odaklı sokaklar.

• Veri destekli ama insan odaklı tasarım: Dijital verinin tasarıma girmesi.

• Proje sonrası hizmet: İşletme ve bakım süreçlerinin tasarım paketine dahil edilmesi.

Özetle, mimarlığın ‘daha büyük’ değil; daha akıllı ve daha uzun ömürlü bir metodolojiyle ele alınacağı bir yakın geleceğin bizi beklediğini düşünüyorum.  


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)