Fikirlerle Didişmeden Hakikat Olmaz
Mimarlık, sadece yapı inşa etmek değil; geçmişi anlamak, bugünü sorgulamak ve geleceği tartışmaktır. Türkiye’de mimarlık kuramı, tarihi ve eleştirisi denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Prof. Dr. Uğur Tanyeli ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi, yalnızca mimarlığın sınırlarını değil; kentsel politika, toplumsal eşitsizlik ve demokratik yönetişim gibi geniş bir çerçeveyi de içine alıyor. Tanyeli, mimarlığın “mucize çözümler sunan bir disiplin değil, toplumsal yapının bir parçası” olduğunu hatırlatırken, bizleri ezber bozan sorularla yüzleştiriyor. Bu söyleşi; yalnızca akademik bir bakış değil, aynı zamanda düşünmeye ve tartışmaya davet.

Uğur Bey, kariyeriniz boyunca Türkiye’de mimarlık tarihine, kuramına ve eleştirisine pek çok katkıda bulundunuz. Ancak kendi mimarlık yolculuğunuzun başlangıç noktasına dönersek, sizi bu alanda en çok etkileyen, bu kararı verirken sizi en çok etkileyen düşünce ya da deneyim ne oldu?
Mimar olmaya daha ilkokulda karar vermiştim. Bu kararı verirken çok özel veya parlak bir mantıkla düşündüğümü söyleyemem. Mimarlığa ve mimarlık yapıtlarına ilgim vardı; ailemin kimi üyelerinin de böyle bir ilgisi ve hatta amatör düzeyde de olsa bilgisi vardı diyebilirim. Mimarlık tarihçisi ve kuramcısı olmaya ise mimarlık öğrenimimi yaparken karar verdim ve uyguladım. Dolayısıyla rastlantılarla yol aldığımı söyleyemem. Ne olmayı amaçladıysam onu oldum.
‘‘MİMARLIK TARİHÇİSİ VE DÜŞÜNÜR PROF. DR. UĞUR TANYELİ, BU SÖYLEŞİDE BİZLERİ EZBER BOZAN BİR DÜŞÜNCE YOLCULUĞUNA ÇIKARIYOR. MİMARLIĞIN TOPLUMSAL GÜCÜNÜ, KENTLEŞME POLİTİKALARI VE BARINMA KRİZİNİN ÇOK KATMANLI DOĞASINI TARTIŞIYOR. ONUN İÇİN DÜŞÜNMEK, ÖĞRENMEK DEĞİL; FİKİRLERLE MÜCADELE ETMEK ANLAMINA GELİYOR.’’
Kentlerin en büyük zenginliklerinden biri, barındırdıkları toplumsal ve kültürel çeşitlilik. Ancak bu çeşitlilik, kimi zaman çatışmaları da beraberinde getirebilir. Sizce, kentlerdeki çeşitliliği olumlu bir güç haline getirmek için hangi adımlar atılmalı? Toplumsal uyumu artırmak ve kentsel yaşam kalitesini yükseltmek adına, yerel yönetimlerden mimarlara kadar hangi aktörlerin nasıl bir rol üstlenmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Kentlerin içerdiği toplumsal çeşitlilik her çağda ve her yerde hem bir avantajdır, olumlu değerdir, hem de dezavantajdır, sayısız sorunun da kaynağını oluşturur. Sadece olumluluklarla tanımlı bir çoğullaşma hiçbir yerde mümkün değil. Londra da, New York da, Berlin de bu kutupsallıktan etkilenir. Uyumu artırmak için mimarlar ne yapabilir diye soruyorsanız, pek az şey yapabilirler diyeceğim.
Mimarlık toplumsallığı değiştirir, ama her toplumsal pratik toplumsallık üzerinde farklı biçimlerde olumlu veya olumsuz etki yapar. Mimarlık o toplumsal pratiklerden sadece biri. Onlara egemen olan bir güç odağı değil. Mimarlığın mucizevi sonuçlar üretmediği aşikar. Örneğin, ekonomik yapılanma mimarlardan daha az etkili değil. Kişi başına ulusal gelir miktarının az veya çok oluşu, gelirin hızlı ya da yavaş artışı mimarların kendi meslek alanlarında yapabilecekleri katkıdan tabii ki daha etkilidir.
Dolayısıyla, yoksul ülkeler toplumsal çoğullaşma bağlamında sorunlarla baş etmek için daha az imkana sahiptir. Gelir dağılımı açısından bakarsanız, altla üst gelir arası çok açıksa, kimi toplumsal gruplar huzur içinde olmazlar. Sorunlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Fırsat eşitliği kuşkusuz daha da önemlidir. Daha iyi koşullara ulaşmak için elinizde fırsatlar varsa, mevcut kötü durumunuzdan daha az rahatsız olursunuz; bir gün gelip sizin de bir imkan bulup koşullarınızı düzeltebileceğiniz umuduyla davranırsınız. 19. yüzyıl ABD metropollerinde alt gelir grupları ve ülkeye yeni gelenler daha iyi bir gelecek umuduyla huzur bulurlar. Sözgelimi, ABD’nin iç bölgelerine, batıya doğru taşınır, yerleşime yeni açılan yörelerde çıkış şansı bulma fırsatları ararlar. Orada bu fırsatı bulabilirler de… Sorun bu fırsatları bulma olasılığının küçük olduğu yerlerde çıkar.

Türkiye’de kentleşme hızını ve büyüme dinamiklerini göz önünde bulundurursak, gelecekte estetik değerlerle uyumlu, daha yaşanabilir şehirler ortaya çıkması için hangi yapısal değişikliklerin gerçekleşmesi gerekiyor? Şehirleşme sürecinde ekonomiyi ve yaşam kalitesini dengeleyecek hangi politikalar öncelikli olmalı?
Türkiye’nin güncel kentleşme hızı popüler kültürde sanıldığının aksine bugün artık çok yüksek bile değil. İstatistiklere göre bugün artık nüfusun %80’i kentlerde yaşıyor. 1927’de kabaca %20 ’si kentliydi. Üstelik dünyanın her yerinde kentleşme kasabalara doğru değil, metropollere doğru. Küçük kentler değil, büyük kentler daha yüksek tempoyla büyüyor. Çünkü oralarda daha fazla fırsat ve imkan var. Türkiye’de de o oluyor. Sadece bize özgü bir dertle baş etmeye çalışmıyoruz. Bundan çıkan sonuç şu: kentler bağlamında olumlu bir şeyler yapılmasını bekliyorsak, önce yerel yönetimin özerkliğini kurmamız, merkezi yönetimin yerele müdahalelerini minimize etmemiz gerekir. Ülkeler demokratik kentsel yönetim mekanizmalarıyla daha iyi çalışabilir hale gelir.
Anlamlı kentsel politikalar ve çözümler üretmek için yerel yönetimleri çalışır duruma getirmek gerekir. Hiçbir ülkede başka bir çözümü bugüne kadar bulabilen yok. Umarım, bir gün gelir bu gerçeği bu ülkenin insanları da fark eder. Bu bağlamda öncelikle neler yapılabilir diyorsanız, yapılabileceklerin sınırı yok. Neleri öncelikle yapmak isteyen bir kentli kitle varsa ve onunla doğrudan demokratik ilişki içinde bulunan bir yerel yönetiminiz varsa, onlar öncelikle yapılabilir. Özetle, Uğur Tanyeli’nin çok parlak(!) fikirlerini uygularsak çözüm buluruz diyemeyeceğim.
Günümüz Türkiye’sinde siyasetin mimari üzerindeki etkileri, kentleşme ve ekonomik tercihler bağlamında nasıl şekilleniyor? Bu sürecin yapı kalitesine ve kentsel dokunun bütünlüğüne olan yansımaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yukarıdaki yanıtım tam da bunu anlatıyor. Siyaset mimarlık üzerinde etkilidir. Hatta mimarlığın bizatihi siyasallığında söz eden Lefevbre gibi önemli kuramcılar var. Ama siyaset Türkiye’deki genel inancın aksine, bazı “çok akıllı, yüce önderler”in bize verdiği buyruklar değildir. Siyaset bugün her toplumsal öznenin gündelik yaşamının içinde kaçınılmaz olarak vardır. Seçim yapmaktan ibaret değildir. Daha önemlisi, hepimizin birbirinden farklı düşünme ve davranma özgürlüğünü kullanması demektir. Yerel yönetimlerin özerk, yani kendi kendisini yönetebilme imkanına sahip olması demektir.
Bu imkan yoksa, kentinizi nasıl yöneteceğinizi, kendi özgül kentsel çıkarlarınızı nasıl koruyacağınızı siz belirlemiyorsunuzdur. O'Zaman hiçbir sorun çözülemez. Türkiye bu gerçeği belediyecilik tarihimizin yaklaşık iki yüzüncü yılı içinde bile henüz tam anlamıyla kavramış değil. Olması gereken başka ülkelerde de olan şeydir. Amsterdam’ı Amsterdamlılar, Münih’i Münihliler, Milano’yu Milanolular yönetir. Kendi fiziksel ve toplumsal çevrelerine ilişkin kararları onlar verir. Onların vermesi engellenirse daima yanlış yapılır. Ancak sorunlarla doğrudan yüz yüze olanlar o sorunları çözebilirler, oraya dışarıdan bakanlar ve müdahale edenler çözemezler. Kaldı ki kentli toplumu ikna edemezler. Oysa her kentsel sorun ancak demokratik ikna mekanizmaları aracılığıyla çözülebilir.
‘‘KENTLER BAĞLAMINDA OLUMLU BİR ŞEYLER YAPILMASINI BEKLİYORSAK, ÖNCE YEREL YÖNETİMİN ÖZERKLİĞİNİ KURMAMIZ, MERKEZİ YÖNETİMİN YERELE MÜDAHALELERİNİ MİNİMİZE ETMEMİZ GEREKİR.’’
Bugüne dek yazdığınız kitaplar, sadece mimarlık tarihi ve kuramı üzerine değil, aynı zamanda Türkiye’nin sosyal, kültürel ve siyasi dönüşümlerine dair derinlikli analizler de içeriyor. Yazar olarak bu eserlerin ortaya çıkış sürecinde, sizi en çok yönlendiren motivasyon neydi? Okuyucularınızda nasıl bir farkındalık uyandırmayı hedeflediniz?
Hemen her ciddi akademisyenin, düşünürün, tarihçinin motivasyonunu veren, kendisinden önce söylenmiş olan sözlerden yola çıkmasıdır. Düşünce daha önce düşünülmüşler sayesinde üretilir. Çok parlak bir zekanın aklına zihinsel bir vakumda birden geliveren parlak fikirlerle ortaya çıkmaz. Sizden önce söylenmişlerin eleştirel okumalarını yapmayı öncelikle gerektirir. Sizden önce yapılmış yorumların, üretilmiş fikirlerin ne kadar geçerli olduğunu sorgulamak dışında bir yolu yoktur.
Dolayısıyla her yazdığımda zaten kabul görmüş mevcut düşünceleri tartışmak, masaya yatırmak, sorgulamak, alternatif açıklamalar bulmak için uğraşırım. Okuyuculardan benim söylediklerimi de aynen bu şekilde insafsızca okumalarını beklerim. Her söylediğime iman etmelerini değil, onlarda hiçbir söylenmiş sözün mutlak doğrunun bir ifadesi olmayacağı ve inanılır bile olmayabileceği kuşkusunu uyandırmasını beklerim. Osmanlıca yaklaşık mealen şöyle bir geç 19. yüzyıl şiiri var: “Hakikat yıldırımı fikirlerin çarpışmasıyla ortaya çıkar”. Buna bir ek de yapabilirim: Düşünmek fiili, fikirlerin öğrenilmesi ve kabul edilip benimsenmesi süreci değildir. Onlarla didişmek anlamına gelir. Ben de bunu becermeye çabalıyorum. Okuyucularımdan da bunu beklerim.

Barınma krizi küresel bir sorun. Sizce barınma krizini anlamak için hangi toplumsal, kültürel ve politik faktörleri önünde bulundurmalıyız? Ayrıca, bu krizi çözmeye yönelik kentleşme politikalarının hangi temel prensipler doğrultusunda yeniden ele alınması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Sorduğunuz soru dünyayı nasıl kurtarabiliriz gibi bir anlam taşıyor. İlk cevabım “bilmiyorum” olacak. Her ülkede ve yerde, her özel durumda bunun farklı yanıtları verilir de o nedenle. Örneğin, bugün ABD’de barınma sorunları içinde tek ailelik banliyö konutu başlı başına bir dert tanımlar. Kişileri kamusal alandan, onun aktivitelerinden uzaklaştırır, kadınları bir anlamda eviyle AVM arasına hapseder. Oysa Türkiye’de barınma sorunu tam aksi doğrultuda tezahür eder. Herkesin idealini bahçeli tek aile evi süsler. Orada sorun olan burada çözümmüş gibi gözükür. Japonya’da gençler sadece dokuz metrekarelik bir odada ve konutta tek başlarına yaşamak isterler, ama İtalyan gençleri aileleriyle birlikte 40 yaşına kadar yaşayabilirler.
Türkiye’deyse dokuz metrekarelik konut hiçbir gencin barınma idealini oluşturmaz. Diyelim ki, dört arkadaş geniş bir apartman dairesini kiralayarak yaşamayı yeğlerler. Ama bekar bir erkek pek çok kentte hala aile apartmanında daire kiralamakta zorlanır. Örnekler çoğaltılabilir. Hindistan’da, Peru’da kente yeni gelenler kendilerine derme çatma bir gecekondu yaparak barınabilirler, bugünkü Türkiye’de en yoksullar bile kendi barınaklarını artık kendileri yapmaz.
HEMEN HER CİDDİ AKADEMİSYENİN, DÜŞÜNÜRÜN, TARİHÇİNİN MOTİVASYONUNU VEREN, KENDİSİNDEN ÖNCE SÖYLENMİŞ OLAN SÖZLERDEN YOLA ÇIKMASIDIR. DÜŞÜNCE DAHA ÖNCE DÜŞÜNÜLMÜŞLER SAYESINDE ÜRETİLİR.
O eski çırpıştırma gecekondu artık ortadan kalktı. Bunların hepsi birer barınma krizi semptomu. Özetle barınma sorunu her yerde farklı, metropollüler için farklı, küçük kent sakinleri için farklı, toplumsal grupların beklentileri farklı, imkanları farklı, sorunları farklı. Ben Türkiye için, İstanbul için, hatta örneğin Silivri için bile bir reçete veremem. Tekrarlayayım: Bilmiyorum, çünkü basit ve kestirme cevap yok.
Hızlı ve herkesi memnun edecek çözüm de yok. Arsa spekülatörünü mutlu eden çözüm ev sahibi olmak isteyen orta halliyi etmez. Yatırımcıyı mutlu eden mimarı etmez. Yoksulu eden varlıklıyı etmez. O zaman tek bir çözüm olasılığı vardır: Farklı çıkar ve talep gruplarını aynı fikirlerde bütünleştirecek değil, demokratik bir uzlaşma zemini üzerinde belirli alanlarla sınırlı konsensuslar kurabilecek diyalog ortamlarında bir araya getirmek dışında çözüm kalmaz. Bu da burada ifade ettiğim kadar kolay bir iş değildir ne yazık ki…