Gökhan Avcıoğlu'na sorduk...

Gökhan Avcıoğlu: "Mimarların öncelikle işin mühendislik tarafında kendilerini geliştirmeleri önemli. Sürdürülebilirlik konusu da bir mühendislik konusu. Bu anlamda mimar olsun veya olmasın yapı üretiminin herhangi bir disiplinindeki herkese aslında bu görev bu sorumluluk düşüyor. Sürdürülebilirlik üzerinden hareket ederek eğitim sisteminin değiştirilmesi aslında mesleğin de sürdürülebilirliğini sağlayacak."


Mimarlık sürdürülebilir inovasyon için önemli bir arena diyebiliriz. Konut sektöründeki hızlı gelişim sürdürülebilir, çevreci ve yenilikçi tasarımları hayata geçirmek için iyi bir fırsat. Mimaride sürdürülebilir tasarım aşamalarından ve mimarlığın sürdürülebilir ve ekolojik boyutu ile ilgili bilgi birikimlerinizden bahsedebilir misiniz?

Mimaride birinci derece sürdürülebilirlik, ömrüyle ve ne kadar uzun süre hizmet verebilirliği ile ilgili. Sürdürülebilirlik konusu 20. yüzyıldaki endüstriyle beraber gündeme gelen bir konu aslında. 20. yüzyılda üretilen binalardan bir çoğu iki nedenden dolayı problemli oldu. Bunlardan bir tanesi ömür açısından, ikincisi içindeki fonsiyonların belirli bir noktadan sonra işlerliğini yitirmesinden. Ama bina kaliteli bir bina ise içindeki fonsiyonlar değiştirilerek kurgusu kullanılmaya devam edilebilir.

Birinci konu yapısal olanın sürdürülmesi; ikincisi bunlar için üretilen materyallerin üretildiği alanlardaki üretim şekillerinin sürdürülebilir olması, üçüncü konu ise bina yapılırken veya yapıldıktan sonra sosyal hayatımıza, iş hayatımıza getirdiği katkılarla ölçülür. Bu üçüncü nokta daha genel bir konu ve sadece mimarinin konusu değil diğer disiplinleri de ilgilendiren bir konu. Biz öncelikle herkesin ilgi alanı olan, mimarların da uygulamacıların da konsantre olduğu, önce yapısal olandan hareket edelim. Endüstri devrimi sonrası, yani 19. yüzyıl sonrası, mimarlıkta yapı üretiminde kullanılan malzeme sayısında ciddi bir artış oldu. Eskiden sadece taş, tuğla demir, toprak gibi bazı temel malzemeler kullanılarak üretilen mimarlık ve yapı sanatında birden bire hatta bunların da hiç olmadığı başka tür malzemelerle üretilen yapılar haline geçildi. Hal böyle olunca şantiye ortamından önce üretilen malzemelerin, şantiye ortamında üretilenlere nazaran ciddi bir hakimiyeti oldu. Sıkıntı da bundan sonra başladı zaten. Dünyanın kirlenmesi, havanın kirlenmesi gibi unsurlar ortaya çıktı. O yüzden 21. yüzyılda biz, sürdürülebilirlik gibi bir konuyu ele alıyoruz. Yaklaşık olarak son on yıldır bu konuda hala bir envanter hazırlıyoruz ve önümüzdeki yıllar için neleri yapmamamız ve neleri kullanmamamız gerektiği konusunda ya da nasıl kullanmamız gerektiği konusunda bir takım yeni listeler yaratıyoruz. Bu konuda bir dünya standartları var bir de ülkesel standartlar.

Bunun çekici olması için önce yönetimlerin, hükümetlerin ciddi teşvik edici kararlar üretmeleri lazım. Bunlardan bir tanesi vergi indirimleri, kullananın ödüllendirilmesi kullanmayanın cezalandırılması gibi bir metodla bunun artışının sağlanması gerekiyor. İkincisi, eğitim kurumlarında bu yönde telkin, ikna ve eğitim tanıtım yapılması gerekiyor. Mimarlık eğitiminin yapıldığı alanlar, mühendislik alanlarında yapılan eğitimler önemli. Bizim önemli problemlerimizden bir tanesi aslında 19.yüzyıl öncesindeki mimarlık eğitimi ya da mimar dediğimiz kişinin aslında mühendis kökenli olması üstüne kurulu bir pratik olması. 20.yüzyıl ile beraber mühendislik kısımları mimarlıktan ayrılarak kendi başına birer disiplin oldular. Mimara da işin estetik, sanatsal tarafı gibi bir boyut kaldı. Bu da mimarlığı ve yapı üretimini aslında bir nevi öldürdü. Biz şimdi yeniden “archeer” dediğimiz mimar-mühendis olan yeni bir prototipten söz ediyoruz. Bana göre 20.yüzyıldan önceki mimar aslında bugünkü mimarların düşündüğü gibi bir proporsiyon yada bir oranlama yada bir tasarlama metodolijisi kullanıyordu ama asıl kaynak mühendislikten gelen bir kaynaktı. Yani yapının ayakta durmasıyla ilgili, elindeki malzemeyi doğru kullanmasıyla ve onu kalıcı bir şekilde depreme, havanın koşullarına, dışarıdan gelecek olan başka saldırılara cevap verebilecek bir masiflikte ve beceride olmasıyla ilgili bir fikir geliştiriyordu. Roma’dan beri eski kayıtlara bakarsak bu konuda yazılmış çok sayıda olmasa da temel kitaplar var veya rönesans sırasında geliştirilmiş teknikler var. Yapıların daha estetik bir görüntü alması için; süsleme, duvar resmi, heykellerle oluşturulması, zaanatla donatılması gibi ama arka plandaki mühendisliğin önemini ve gerekliliğini asla ikinci plana itecek bir hususta değil. O nedenle bence 20.yüzyılın mimarlık eğitiminin en büyük hatası mühendislikle ilişkili bölümlerini zayıflatmasıyla başladı. Bugün mimarların çoğu yaptığı bir binayı ona gerekli olan mühendislik hesaplarından ve seçimlerinden veya bir mühendis olmadan ayakta durmasını sağlayacak şekilde inşa edilmesini sağlayamayacak halde. O yüzden mimarların öncelikle işin mühendislik tarafında kendilerini geliştirmeleri önemli. Sürdürülebilirlik konusu da bir mühendislik konusu. Bu anlamda mimar olsun veya olmasın yapı üretiminin herhangi bir disiplinindeki herkese aslında bu görev bu sorumluluk düşüyor. Sürdürülebilirlik üzerinden hareket ederek eğitim sisteminin değiştirilmesi aslında mesleğin de sürdürülebilirliğini sağlayacak.

Biz ne yapıyoruz bu konuda; bu konuyla ilgili ofisimizde sürekli olarak listelediğimiz, sürekli olarak projeden projeye aktardığımız bir bilgi birikimi - bize göre özel bir repertuar- oluşuyoruz. Bu anlamda, bu konuda danışmanlık alınabilecek Türkiye’de çok sayıda firma yok. Genelde de bu konu biraz ayrı bir disiplinmiş gibi lanse ediliyor olsa da temelde çok basit bir şey var. Basit olan, yapay olanın aslında her zaman %50 oranında sürdürülebilirlik eksikliğinin olması. Eski yapı tekniklerini incelemek, onlara yeniden bakmak benim sürdürülebilirlik konusunda birinci önceliğim. Bu konu üzerine Alpaslan Ataman ile birlikte kurduğumuz bir ekibimiz var ve bunun üzerinde çalışıyoruz.

Turizmin yarattığı fırsatlar kadar doğal çevreye verdiği zararlar da bilinen bir gerçek. Sürdürülebilir turizm kavramının sıkça konuşulduğu bu günlerde çevreye duyarlı otel mimarisi nasıl kurgulanmalıdır? Bu noktada yatırımcıya düşen görevler nelerdir?

Turizm için ayrılmış alanların, tesislerin gelecekte ne gibi amaçlarla kullanılıp kullanılmayacağını bilmiyoruz. Bu nedenle bugün otel olarak yapılmış bir yapı, yarın bir konut olarak veya eğitim amaçlı kullanılabilmeli. Mesela ben üç kattan fazla bir turizm binası, turizm tesisi yapmamaya özen gösteriyorum. Daha çok kütle parçalayarak çalışıyorum, parçalanmış kütlenin ileride rahatlıkla konuta veya başka amaçlı kullanıma yönelik bir şekilde yapılması için düşünce geliştiriyorum. Bu tasarlama aşamasında olan yaklaşım. Yapısal amaçlı olanda; turizm yapılarının en önemli özelliğinin, özel alanlarla çok kullanımlı alanlar arasıdaki denge üstüne kurulu olmasıdır. Çok odalı düzenler yerine, yani 200 oda ve üstü yerine, münkünse 150 odanın altında hatta mümkünse 50-60 odalı oteller yapmak ve otellerle beraber evleri bir arada yapmak. İşletmesinde otelden yararlanan evler... Ev ve otel kavramının kesin çizgilerle ayrılmasından öte, hangisi daha iyi büyüyorsa ona doğru büyümesi üzerine kurulu sistemler yapmak. Diğer bir unsur ise seçilen materyallerin bölgeye ait materyaller olmasını sağlamak. Taş yoğunsa taş kullanmak, ahşap yoğunsa ahşap kullanmak veya o bölgede ne varsa onun kullanımı.

Örneğin 116 dönümlük bir adanın üzerinde ve 3km.lik bir lagün olan Maldiv projesini çalışırken gördüğümüz ve öğrendiğimiz konu mümkün olduğunca tek katlı ve o bölgenin ağaçlarını kullanarak projeyi yapmamız. Mümkün olduğunca kullandığımız malzemeler doğal malzemeler ve o bölgede olan malzemeler olmalı. Mesela taş yok o bölgede ve dışarıdan getirtmek zorunda kalıyoruz, o yüzden taşı az kullanmaya çalışıyoruz ve mümkün olduğunca ahşap kullanmaya özen gösteriyoruz. Genel kurgu olarak da bu tür yerel malzemeler kullanıyoruz, fazla sayıda hindistan cevizi ağacı olduğu gibi, orada yetişen ve yetişebilecek olan üzerinden hareket ediyoruz. Mimari proje sadece yapısal olan değil oradaki yaşamsal olan üstüne kurulu. Biz bu anlayışımızı Bodrum’daki projelerimizde de sürdürüyoruz. Turgutreis, Kum ve üzerinde yeni çalıştığımız projemiz gibi... Kazmadan, çok fazla hasar vermeden, mümkün olduğunca dokuyu hiç değiştirmeden, onun üzerine konumlanan projeler... Bu gibi unsurlar sürdürülebilirlik listesinde LEED alırken belki açık olarak tarif edilmiyor gibi görünse de uygulanması gereken önemli kriterler. Örneğin Türkiye’nin ağacı az ve mümkün olduğunca Türkiye’nin kendi ormanlarını kullanmaması gerekiyor. Ağaç yetiştiren ülkelerden ağaç alması veya doğal taş kullanması daha doğru.

İnsan sağlığının yapı ile olan etkileşimi olarak tanımlayabileceğimiz yapı biyolojisi ile ilgili düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Biyoyapı yeni bir konu. Nano teknolojileri ve binaların bazı özelliklerini kendi bünyelerinde barındıran materyalleri kullanma noktasına doğru gidiyoruz. Öyle bir materyal kullanalım ki kendi kendini temizlesin, öyle bir materyal kullanalım ki bir termos görevi görsün. Öyle bir materyal kullanalım ki kendi kendine makro klimatik olsun; yazları serin tutsun kışları sıcak olsun... Bu tür malzemeler üzerine yeni deneyler var ama daha çok başındayız. Bu materyal üzerine olan tarafı. Biyolojik özellikleri kullanarak binalarda bunların nasıl yer alacakları konusunda bir çok üniversitede bu konuda araştırmalar yapılıyor ve biz de takip ediyoruz. Bence önümüzdeki dönemlerde mimaride konuşacağımız önemli konulardan bir tanesi bu olacak.

Sürdürülebilirlik ilkelerinin mimaride uygulanması konusunda kendilerini geliştirmeleri adına geleceğin mimarlarına tavsiyeleriniz nelerdir?


İnovasyon alanında yapıların daha çok öne çıkacağı bir döneme giriyoruz. Yapısal inovasyon, tasarımsal inovasyon, yapının fonksiyonları açısından inovasyon gibi konulara yönelmelerini, fonksiyon açısından nasıl bir yenilik getirilebilir ki yapıyı çok amaçlı kullanabiliriz sorusunu düşünmelerini ve nasıl yapı pratiği ve yapı ekonomisi sağlayabiliriz üzerine çalışmalarını öneririm. Kullanılan materyaller üzerine bazı tasarruflar yapmalarını, daha önce kullanılmayan materyallerin yeni performanslarını keşfetmek gibi konulara eğilmelerini ve bu üç konuyu da başarılı bir şekilde kullanmaları gerektiğini düşünüyorum.

Ankara’da doğan Gökhan Avcıoğlu, mimarlık öğrenimini Selçuk Üniversitesi’nde tamamladı. Özlem Ercil Avcıoglu ile birlikte 1994’te kurdukları GAD (Global Architectural Development) mimarlık bürosunda, değişik işlevlerde yapılar tasarlayıp inşa ediyor.

2000-2007 yılları arasında İstanbul’da Yıldız Teknik ve İstanbul Teknik Üniversiteleri’nde öğretim üyeliği yaptı. 2007 yılından bu yana Paris’te bulunan Ecole Speciale D’Architecture’da öğretim üyeliği yapmaktadır. Paris’teki stüdyosunda öğrencileri ile birlikte Fransa ve Avrupa için şehir için çeşitli projeler üretiyorlar.

Gökhan Avcıoğlu ve GAD projeleri 2002’de Galerist İstanbul ve Minima Art Philadelphia, Amerika’da; 2003 ve 2004’de Miami Bienali’nde, 2005’de Rotterdam Mimarlık Müzesi ve Londra Kraliyet Sanat Akademisi’nde sergilenmiş, 2010’da da Los Angeles’da sergilenecek. 2008 Nisan ayında Milano’da gerçekleşen Block sergisinde de Gökhan Avcıoglu’na ait çeşitli şekillerde tasarlanmış objeler yer aldı.Gökhan Avcıoğlu, 2002’den bu yana İstanbul ve New York’ta çalışıyor ve yaşıyor.


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)