Mimarlık Gösterişli Biçimlerden Değil, Sessiz Huzurdan İbarettir.
Mental Design Works, mimarlığı yalnızca bir mekân üretimi değil, insanın duyuları, davranışları ve kültürel hafızasıyla kurduğu ilişkiyi tasarlama biçimi olarak ele alan bir ofis. Tasarımın duygusal, düşünsel ve teknolojik boyutlarını aynı potada eriten bu yaklaşım, hem malzemeye hem de deneyime yeni bir derinlik kazandırıyor. Farklı ölçeklerdeki projeler arasında kurdukları akışkan bağ, sürdürülebilirliği teknik bir gereklilikten çok etik bir duruş olarak okumaları ve dijital teknolojileri yaratıcı düşünceyi genişleten bir araç olarak kullanmaları, Mental Design Works’ün güncel mimarlık ortamında kendine özgü bir yer edinmesini sağlıyor. Bu söyleşide, ofisin kurucu ekibiyle tasarımın zihinsel süreçlerini, malzemenin mimariye kattığı duyguları, teknolojinin güncel rolünü ve geleceğin mekânlarına dair vizyonlarını konuştuk.

Mental Design Works, adından da anlaşılacağı gibi “tasarımı zihinsel bir süreç” olarak ele alıyor. Ofisin bu yaklaşımı günlük üretim pratiklerine nasıl yansıyor?
Bizim için tasarım; yalnızca fiziksel bir biçim yaratma süreci değil, insanla mekân arasındaki duygusal bağı kurma sürecidir.Bir yapının nasıl göründüğü kadar, nasıl hissettirdiği bizim için belirleyicidir. Tasarım, malzemenin ötesinde bir düşünme biçimidir; doğayı, kültürü ve zamanı anlamlandırma çabasıdır.Ofiste alınan her karar — malzeme seçimi, mekânsal kurgu ya da strüktürel detay fark etmeksizin — önce düşünsel bir tartışmadan geçer. Üretim pratiğimizde hızdan çok anlamı, sonuçtan çok süreci önemseriz. Doğrusal bir aşamalar zinciri yerine, fikir, eskiz, modelleme ve eleştirinin birbirini beslediği döngüsel bir süreç izleriz. Bizim için bir projenin değeri, ne kadar hızlı tamamlandığında değil, ne kadar derinlikli düşünüldüğünde yatar. Mental Design Works’te hızlı bitirilmiş bir yapıdan ziyade, zamanında olgunlaşmış ve düşünülmüş bir mekân daha değerlidir.
Farklı ölçeklerde — mimari, sergileme, iç mekân, deneyim tasarımı — projeler yürütüyorsunuz. Bu alanlar arasında kurduğunuz ilişki tasarım dilinizi nasıl biçimlendiriyor?
Aslında tüm projelerimizde ortak bir kavramsal çerçeveyle hareket ediyoruz. Tasarımlarımız kullanıcı odaklı, deneyim temelli ve her zaman bağlamdan beslenen bir anlayışla şekilleniyor.
Farklı ölçeklerde çalışmak bizi daha bütüncül düşünmeye yöneltiyor. Örneğin bir sergi tasarımı, mekânın nasıl bir deneyim üretebileceğini öğretirken; bir mimari proje o deneyimin sürekliliğini sağlıyor. Ölçekler arasında geçiş yaptıkça tasarım dilimiz de esnekleşiyor — aynı fikir, farklı bağlamlarda yeni biçimlere dönüşüyor. Bu yaklaşım, tasarımı yaşayan bir organizma gibi sürekli evrilen bir sürece dönüştürüyor.
Bizim için sürdürülebilirlik öncelikle bir etik farkındalık meselesi. Yalnızca teknik bir zorunluluk ya da enerji hesabı değil; bir yaşam biçimi. Mimarların bu kavramı yeniden anlamlandırabilmesi için gösterişli teknolojilerden çok, sade, dürüst ve anlamlı bir malzeme diliyle konuşmaları gerektiğine inanıyorum.

Sürdürülebilirlik artık sadece enerji verimliliği değil, deneyimsel bir farkındalık meselesi olarak da görülüyor. Günümüzde sürdürülebilirlik kavramı sıklıkla yüzeysel biçimde kullanılıyor. Sizce bu kavramın yeniden anlam kazanması için mimarlar nasıl bir dil ve duruş geliştirmeli? Siz bu kavramı projelerinizde nasıl tanımlıyorsunuz?
Bizim için sürdürülebilirlik öncelikle bir etik farkındalık meselesi. Yalnızca teknik bir zorunluluk ya da enerji hesabı değil; bir yaşam biçimi. Mimarların bu kavramı yeniden anlamlandırabilmesi için gösterişli teknolojilerden çok, sade, dürüst ve anlamlı bir malzeme diliyle konuşmaları gerektiğine inanıyorum. Biz projelerimizde doğayla rekabet eden değil, onunla diyalog kuran yapılar üretmeye çalışıyoruz — çünkü gerçek sürdürülebilirlik hem çevresel hem de kültürel bir dengeyi içeriyor.
Dilimizi “ne kadar tükettiğimizden” çok, “ne kadar döngüsel düşünebildiğimize” göre kurmalıyız. Sıfır atık, yeniden kullanım ve yapı ömrü sonu planlaması gibi kavramlar tasarım anlayışımızın merkezinde yer alıyor.
Binalarımızı doğadan kopuk nesneler değil, yerel ekosistemin bir parçası olarak ele alıyoruz. Örneğin çatılarımızı ve cephelerimizi yalnızca yalıtım elemanı olarak değil, biyoçeşitliliği destekleyen yeşil alanlar olarak tasarlıyoruz. Sonuçta mimarlığın duruşu, bilimsel veriye dayalı, etik sorumluluk taşıyan ve binaları ekolojik sistemlerin parçası olarak gören bir anlayış üzerine kurulmalı. Ancak bu şekilde sürdürülebilirlik kavramını yüzeysellikten kurtarabiliriz.
‘‘Binalarımızı doğadan kopuk nesneler değil, yerel ekosistemin bir parçası olarak ele alıyoruz. Örneğin çatılarımızı ve cephelerimizi yalnızca yalıtım elemanı olarak değil, biyoçeşitliliği destekleyen yeşil alanlar olarak tasarlıyoruz.’’

Malzeme seçiminde hem teknolojiye açık hem de yerel üretime duyarlı bir çizginiz var. Malzemenin sizi en çok etkilediği bir proje örneğini paylaşır mısınız?
Mimarlık yolculuğumda malzeme her zaman bir başlangıç noktası oldu. Mies van der Rohe’nin Barcelona Pavyonu’nda modern cam ve çeliğin travertenle kurduğu yalın denge, Louis Kahn’ın Salk Enstitüsü’nde brüt betonun doğayla uyumu ya da Tadao Ando’nun ışığı bir malzeme gibi kullanma biçimi benim için her zaman ilham verici olmuştur. Ancak Mental Design Works olarak çizgimiz, bu klasik dersleri günümüzün yerellik ve teknoloji dengesiyle birleştirmektir. Bazı projelerde yerel taşı veya geleneksel ahşap işçiliğini ileri üretim yöntemleriyle buluşturmak heyecan verici olurken, bazılarında betonun su veya ışıkla kurduğu denge bizi etkiler. Malzeme bizim için yalnızca bir yapı bileşeni değil; yapının karakterini, hatta duygusunu tanımlayan bir varlıktır. Bu nedenle özenle yapılmış her projede, beni etkileyen yeni bir malzeme dili veya dokunuş mutlaka bulurum.
Dijital üretim teknolojileri, mimarlıkta yalnızca bir araç değil, düşünme biçimini de değiştiriyor. Sizce teknoloji artık tasarımın neresinde duruyor?
Teknoloji artık mimarlıkta sadece bir araç değil, düşünme biçiminin doğal bir parçası. Onu tasarımın merkezine koymuyoruz ama düşünme süreçlerimizi dönüştüren temel bir araç olarak görüyoruz. Dijital üretim teknolojileri, tasarım kararlarının arkasındaki mantığı çok daha hızlı test etmemizi sağlıyor. Artık sadece çizmekle kalmıyor; simüle ediyor, deneyimliyor, yeniden üretiyoruz. Teknoloji, hem zamandan tasarruf hem de üretim süreçlerinde daha yüksek hassasiyet ve verimlilik sunuyor.Ama en önemlisi, onu “ne için” ve “nasıl” kullandığımızı sorgulamaktır.
‘‘Arayışın tamamen ekonomik değerlere indirgenmesi, tasarımın ruhunu zayıflatıyor ve çevresel etkilerin göz ardı edilmesine yol açıyor. Yine de mimarların bu yapıyı içeriden dönüştürme şansı olduğuna inanıyorum.’’

Yapay zekâ, üretim süreçlerini hızlandırdığı kadar yaratıcılığı da yeniden tanımlıyor. Siz bu dönüşüme nasıl bakıyorsunuz?
Yapay zekâ artık yalnızca üretim süreçlerini hızlandırmıyor; yaratıcılığın doğasını da değiştiriyor. Biz bu dönüşümü mimari vizyonumuzun bir uzantısı olarak görüyoruz.
Özellikle veri analizi, simülasyon ve malzeme optimizasyonu gibi alanlarda yapay zekâdan faydalanarak süreci daha analitik ve verimli hale getiriyoruz. Bizim için yapay zekâ, bir araçtan çok, yaratıcılığı yeniden tanımlamamıza olanak tanıyan bir düşünme ortağı.
Dijital kültürle birlikte kullanıcı deneyimi de çok katmanlı hale geldi. Mimarlığın bu yeni “etkileşimli” çağda rolü sizce nasıl evriliyor?
Mimarlık artık sadece fiziksel bir mekân tasarlamak değil; dijital ve duygusal alanları da kapsayan bir deneyim kurgulamak anlamına geliyor. Bu çağda mimarın rolü, kontrol eden değil, kurgulayan kişiye dönüşüyor. Artık kullanıcıyı sadece mekâna davet etmiyoruz; aynı zamanda onun mekânla etkileşim kurarak anlam üretmesini sağlıyoruz.Deneyim tasarımı, mekânı yaşayan bir hikâyeye dönüştürüyor. Elbette bu yaklaşım cesaret istiyor, çünkü kullanıcıya açık uçlu bir alan bırakmak her zaman kolay değil. Ama bence en samimi tasarım da tam olarak orada doğuyor. Bugün mimarlık, insanın yalnızca nasıl hissettiğini değil, nasıl davrandığını da şekillendiren bir disipline dönüşüyor.
Mental Design Works’ün gelecek vizyonunda hangi kavramlar öne çıkıyor? Sizi şu anda en çok heyecanlandıran araştırma veya tasarım alanı nedir?
Geleceğe dair vizyonumuz, kentlerin bugünkü sorunlarını derinlemesine anlamak ve uzun vadeli, hesap verebilir politikalarla çözüm üretmek üzerine kurulu. Şu anda bizi en çok heyecanlandıran konu “algı ekolojisi.” Mekânın insan duyularıyla —görme, işitme, dokunma gibi— kurduğu çok katmanlı ilişkiyi araştırıyoruz. Bu yaklaşım, geleceğin mimarisinin sadece “akıllı” değil, aynı zamanda “hissedilebilir” olması gerektiğini söylüyor. Ayrıca sürdürülebilirliği yalnızca çevresel değil, deneyimsel ve etik boyutlarıyla da ele alıyoruz. “Yerel üretim, küresel düşünce” ilkesiyle, yerel ekosistemi güçlendirirken küresel inovasyonla buluşturmayı hedefliyoruz.Şu anda bizi en çok motive eden alan ise, iç mekân ve deneyim tasarımıyla dijital üretim teknolojilerini birleştiren projeler. Kullanıcı hareketinin mekân üzerindeki etkisini derinleştiren ve sürdürülebilirliği destekleyen çalışmalar, geleceğe dair en büyük ilham kaynağımız.
Bugünün inşaat sektörü, hız ve maliyet odaklı yaklaşımlarla mimarlığın toplumsal sorumluluk alanını daraltıyor olabilir mi? Sizi bu yapısal düzen içinde en çok rahatsız eden şey nedir? Ve sizce mimarların bu yapıyı içeriden dönüştürme şansı gerçekten var mı?
Evet, günümüz inşaat sektöründe hız ve maliyet baskısı, mimarlığın insani yönünü gölgede bırakabiliyor. Beni en çok rahatsız eden şey, sürecin “ölçülebilir verimlilik” adına anlamını yitirmesi. Arayışın tamamen ekonomik değerlere indirgenmesi, tasarımın ruhunu zayıflatıyor ve çevresel etkilerin göz ardı edilmesine yol açıyor. Yine de mimarların bu yapıyı içeriden dönüştürme şansı olduğuna inanıyorum. Süreçleri yeniden müzakere ederek, ortak üretim modelleri kurarak, modüler ve onarıma açık sistemler geliştirerek bu dönüşüm mümkün. Çünkü sistemin içinde var olarak, alternatif üretim biçimlerini görünür kılabiliriz. Küçük ama tutarlı adımlar, uzun vadede büyük dönüşümleri başlatabilir.
Sizin bir projeniz ve yıllar sonra sizinle konuşuyor. Size ne dese ‘tamam, doğru yapmışım’ dersiniz? Hangi cümle, sizin için mimar olarak bir yapının huzurunu tanımlar?
Eğer bir gün bir projem bana “insanların hayatına dokundum” derse, o zaman doğru yaptığımı bilirim. İnsanlar o mekânda bir araya geliyorsa, orada yaşam akıyorsa, kendilerini iyi hissediyorlarsa — bu benim için en büyük başarıdır. Çünkü mimarlık bana göre gösterişli biçimlerden değil, sessiz huzurdan ibarettir. Bir yapının insana huzur verebilmesi, onun gerçekten yaşam bulduğunu gösterir.