Daha İyisi Mümkün Studio Mada’nın Mimarlık Hikâyesi
Daha iyisini arayan iki mimar Zeynep Tümertekin ve Ceren Özşahin... Studio Mada’yı kurarken ‘Daha iyisi nasıl olabilir?’ sorusunun cevabını aramak üzere yola çıktılar. Farklı coğrafyalarda aldıkları mimarlık eğitimleri, pratiklerini kimi zaman üst üste koymalarına kimi zamanda üzerinde tartışmalarına neden olarak çok katmanlı projeler geliştirmelerini sağlıyor. Bu iki genç mimar ile mimarlık ve sürdürülebilirlik ekseninde konuştuk.

Studio Mada’yı birlikte kurarken sizi bir araya getiren fikir neydi? Kurucu mimarlar olarak kişisel arka planlarınız farklı eğitim ve kültürel çevrelerden geliyor. Bu çeşitlilik projelerinizi nasıl etkiliyor? Stüdyonuzun vizyonunu oluştururken aranızdaki fikir alışverişleri ve karar alma süreçleri nasıl şekilleniyor?
Ceren Özşahin: İkimiz de daha iyi nasıl olabilir sorusunu soran ve buna cevap arayan mimarlarız, bir araya gelişimiz de bu soru çerçevesinde oldu. Kimsenin bizden bir talebi olmadan bir projeyi ele alıp geliştirdik ve işverene sunduk. Bu bizim ilk ortak projemiz oldu. Her günkü tasarım pratiğimiz de bunun çevresinde şekillenip dönüşmeye devam ediyor. Ben İtalyan ekolünde eğitim aldım, dolayısıyla tasarımın aceleye gelmeden kısık ateşte piştiğinde özgünleştiğini düşünüyorum. Ufak görünen detaylara önem veriyorum, bir alanı tasarlarken hangi duyguyu uyandırmak istediğimi düşünerek başlamak hoşuma gidiyor. Tüm bu düşünceler çerçevesinde Zeynep’le birlikte aldığımız kararlar da birbirimizin fikirlerinin üzerine koyarak zenginleştirmek üzerine. Birbirimizi ikna etmeye çalıştığımız zamanlar da oluyor, gel bundan vazgeçelim diyoruz bazen, bazen de üstüne heyecanla koya koya ilerliyoruz. Mimarlık birçok etkene bağlı ve bu meslek ne yazık ki salt kendi kararlarımızdan oluşamıyor fakat bu da dönüşümü benimsemeyi sağlıyor ve direnmemeyi öğretiyor.
Zeynep Tümertekin: Büroyu kurarken bizi bir araya getiren ilk tasarım konusu sergilerdi. Sergilerin bulundukları mekan ve bağlam ile olan ilişkilerini geliştirmek üzere konuşmalar yaptık ve ilk projemiz de Mamut Art Project’in karma sergisi oldu.
Mimari eğitimlerimizi iki oldukça farklı ekolde aldık, İngiliz ve İtalyan. Bu farklılığın sonucu masaya oldukça katmanlı tartışmalar ve bakış açıları getirdi ve getiriyor. Büroyu yöneten iki mimar olarak, tasarımlara yön veren ve ana prensipleri oluşturan tarafız, fakat proje ekibinin de ciddi anlamda projelere katkı verdiği bir sistemimiz var.
Her projeyi kendi bağlamında ele alıyoruz. Geleneksel tekniklerle çalışmak bizim için sadece biçimsel bir referans değil, bir üretim biçimini, bir ritmi ve yerel bilgiyle kurulabilecek ilişkileri içeriyor. Modern üretim teknikleriyle bunu birlikte düşünmek, özellikle sergi ve ürün tasarımında malzeme ile daha doğrudan ilişki kurmamızı sağlıyor.

Studio Mada mimarlık, iç mimari, sergi tasarımı ve ürün tasarımı gibi alanlarda faaliyet gösteriyor. Sergi ve ürün tasarımında geleneksel teknikler ile modern tasarım anlayışlarını bir araya getirme konusunda nasıl bir yol izliyorsunuz? Son dönem projeleriniz nelerdir?
C.Ö.: Sergilerin, performansların sadece eserin görünürlüğü için yapılmadığını, insanla bağ kurduğunu, bir iletişim biçimi olduğunu hatırlatarak başlamak isterim. Bir sergi tasarımına başlamadan önce sanatçının ne anlatmak istediğini kavramak ve güçlü bir anlatı dili oluşturmak gerekli. Bu aşamada da malzeme, ses, ışık, sirkülasyon en güçlü elemanlar. Mümkün olduğunca bu elemanları çeşitlendirmeye ve özgünleştirmeye çalışıyoruz.
Son dönemde Performistanbul’da Nazlı Gürlek’le birlikte çalıştım. Doğum ve ana rahmi temalı bir performans mekânı oluşturduk. Mekânın oluşumunda zemin ve duvarlarda çeşitli iplik uzunluklarında dokunmuş halı kaplama (Stepevi), ses izolaysonu ve tavan kaplamasında keçe (Acoust-it), alt strüktür oluşumunda 6mm mdf plakalar kullandık. Işık ve ses enstalasyonları kurguladık ve tüm bu süreci Performistanbul ekibiyle belgeledik. Herkese ücretsiz ve açık olan bu mekânı Ekim ayına kadar deneyimleyebilir, bu alanda yapılan workshoplara katılabilirsiniz.
Z.T.: Her projeyi kendi bağlamında ele alıyoruz. Geleneksel tekniklerle çalışmak bizim için sadece biçimsel bir referans değil, bir üretim biçimini, bir ritmi ve yerel bilgiyle kurulabilecek ilişkileri içeriyor. Modern üretim teknikleriyle bunu birlikte düşünmek, özellikle sergi ve ürün tasarımında malzeme ile daha doğrudan ilişki kurmamızı sağlıyor. Son tasarladığımız sergi Performistanbul’da konumlanan “O” sergisi oldu. Tüm mekanı monokrom renklerden oluşan halılar ile kapladık. Meditatif, izole ve konsantre bir alan oluşturduk. Ürün tasarımı için de yine geleneksel teknikler kullanan bir zanaatkar ile aydınlatma üzerinde çalışmalar yapmaktayız.
Atlı Evi”nin tasarım süreci, yapının yalnızca enerji verimliliği değil, aynı zamanda kendi kendine yetebilen bir ekosistem oluşturma hedefiyle şekillendi. Passive House standartlarının belirlediği yüksek performans kriterleri, yapının formunu, yönlenmesini, cephe oranlarını ve malzeme seçimlerini doğrudan etkilerken; permakültür ilkeleri de arazi kullanım kararlarını belirleyen temel bir çerçeve sundu.

Sürdürülebilirlik günümüz mimarlığının en çok konuşulan kavramlarından biri. Sizce mimarlık gerçekten doğaya verdiği zararın bedelini ödeyebilir mi? Ya da mimarlığın doğaya karşı böyle bir borcu ödeyebileceğine inanmak, biraz fazla iyimser bir çaba mı?
C.Ö.: Yapılardansa, yapılar çevresinde gelişen insan ve fonksiyon şemasının yarattığı zararların incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yapılar doğru biçimde ve doğru ihtiyaçta yapıldıklarında sürdürülebilirlik kavramını en iyi destekleyen etkenlerden olurlar. Günümüze ulaşan yüzlerce yıllık birçok tarihi yapının da olduğu gibi. Yapıları yıkıp yeniden yapmak yerine (dayanıksız yapılardan bahsetmiyorum), yapılan yapıları iyi yapmanın ve yapılmış olanları da dönüştürmenin önemine inanıyorum. Mümkün olduğunca özenli malzeme seçimi yapmak, atıklarını dönüştüren, suyunu depolayan, enerjisini üreten projelere alan açmak da bunu destekleyen önemli çabalardan birkaç tanesi.
Z.T.: Mimarlığın doğa ile kurduğu ilişkiyi ezbere tanımlar üzerinden konuşmaya yatkın değilim, iyi yapılan her işin sürdürülebilir olduğuna inanan biriyim. Güncel teknik ve teknolojiyi kullanan, bütüncül bir yaklaşımla tasarlanan düşünülmüş yapılara ve mekanlara ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum.
Pasif Ev projeleri çoğu zaman karmaşık, pahalı veya erişilmez yapılar gibi algılansa da, aslında geleneksel bir mimari projeye kıyasla çok daha farklı bir inşaat süreci geçirmiyor. Tasarım sürecinde daha fazla teknik koordinasyon ve hesaplama gerektirse de, uygulama süreci benzer aşamalardan oluşuyor.

“Atlı Evi” Türkiye’de örnek teşkil eden Passive House sertifikalı bir yapı, yalnızca enerji verimliliğiyle değil aynı zamanda su, atık ve gıda döngüleriyle kendi kendine yetebilen, şebekeden tamamen bağımsız bir yaşam modeli sunuyor. Bu yapının tasarım süreci nasıl şekillendi? Permakültür ve şebekeden bağımsız teknik sistemler gibi unsurlar yapının mimari kimliğini nasıl dönüştürdü?
C.Ö.: Atlı Evi öncesinde Passivhaus tanımını biliyorduk ancak detaylarına çok hâkim değildik. Permakültüre ve passivhaus kriterlerine uygun bir yapı, işverenimiz tarafından bizden talep edilen vazgeçilmez önceliklerdi. Projelendirme süreci bizim için de çok öğretici oldu. Süreç içerisinde düşünüldüğü kadar zor olmadığını kavradık. Passivhaus uyumluluğunda gereken izolasyon, havalandırma v.b. konuların mimariye etkisi yadsınamaz. Cephede 25cm kalınlıkta bir izolasyon malzemesinin gereksinimi, bizi cephe sistemleri kullanmaya ve daha dar bir malzeme yelpazesine yöneltti. Aydınlanma ve ısınma hesapları pencere büyüklüklerini, adetlerini ve konumlarını, bina formunu belirleyici roller oynadı. Bu gibi konular çerçevesinde sınırlarımızı hep zorlamamıza rağmen işverenimiz de bize müthiş bir alan tanıdı. Permakültür eğitimi aldığı ve bunu tüm arazide uygulamak istediği için her aşamada bizimle çalıştı ve istekleri doğrultusunda bizi yönlendirdi. Şimdi, yapı da tamamlandıktan sonra görüyoruz ki kolaylıkla içme suyumuzu, topladığımız yağmur suyundan aylarca arıtarak sağlayabilir, bahçelerimizi gri suyu arıtarak ve hiç elektrik kullanmadan doğal eğimle sulayabilir, yarattığımız enerjiyi depolayabilir ve hatta şebekeye geri sağlayabiliriz. Sıfırdan yapılacak tüm yapılarda bu imkânlar, ufak entegrasyonlarla kolaylıkla mümkün olabilir.

Z.T.: “Atlı Evi” Türkiye’de örnek teşkil eden Passive House sertifikalı bir yapı, yalnızca enerji verimliliğiyle değil aynı zamanda su, atık ve gıda döngüleriyle kendi kendine yetebilen, şebekeden tamamen bağımsız bir yaşam modeli sunuyor. Bu yapının tasarım süreci nasıl şekillendi? Permakültür ve şebekeden bağımsız teknik sistemler gibi unsurlar yapının mimari kimliğini nasıl dönüştürdü?
Atlı Evi”nin tasarım süreci, yapının yalnızca enerji verimliliği değil, aynı zamanda kendi kendine yetebilen bir ekosistem oluşturma hedefiyle şekillendi. Passive House standartlarının belirlediği yüksek performans kriterleri, yapının formunu, yönlenmesini, cephe oranlarını ve malzeme seçimlerini doğrudan etkilerken; permakültür ilkeleri de arazi kullanım kararlarını belirleyen temel bir çerçeve sundu.
Yapı, arazinin en üst kotuna yerleştirilerek güneşlenme optimizasyonu sağlandı ve aynı zamanda yağmur suyunun toplanarak göletler ve tarım alanlarına yönlendirilmesine olanak tanıyan doğal bir altyapı sistemi oluşturuldu. Bu karar, yapı ile çevresi arasında güçlü bir döngüsel ilişki kurdu. Şebekeden tamamen bağımsız çalışabilen teknik altyapı—su arıtma, atık yönetimi ve gıda üretimi gibi sistemler—yapının sadece yaşamak için değil, üretmek için de kurgulanmış bir mekân olarak ele alınmasına yol açtı.
Bu bütünsel yaklaşım, mimari kimliğe doğrudan yansıdı. İşlevlerin birbirinden ayrıldığı ancak geçirgenlik ve akışkanlık ilkeleriyle bağlandığı bir plan kurgusu oluşturuldu. Cephelerde baktığı yönlere göre değişen açıklık/gölgelendirme oranları, doğal ışık ve ısı kontrolünü optimize ederken; sade formlar, doğal malzemeler ve yumuşak bir ışık dağılımı, yapının doğayla uyumlu, dingin ve zamansız karakterini pekiştirdi.
İklimsel, teknik ve ekolojik gerekliliklerin birbirini tamamlayacak şekilde tasarıma entegre edilmesi, Atlı Evi’ni yalnızca sürdürülebilir değil; aynı zamanda mimari olarak bütüncül, bulunduğu yerle ilişkili bir yapı haline getirdi.

Sürdürülebilir ve pasif ev projelerini gelecekte nasıl geliştirip çeşitlendirmeyi planlıyorsunuz? Pasif evlerin yaygınlaşması için mimarlık alanında ne tür eğitim çalışmalarının yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?
C.Ö.: Yukarda bahsettiğim tüm entegrasyonların projelere işlenmesinde belediyelere büyük görev düştüğünü düşünüyorum. Müteahhitlere ve mimarlara düzenli olarak eğitimler verilmesi ve bu eğitimlere katılımın zorunlu tutulması gerektiği inancındayım.
Z.T.: Biz mimarlar olarak Pasif Ev projelerini doğrudan geliştirip çeşitlendiremeyiz; ancak bu kapsamda bir iş bize ulaştığında, mimari ve teknik çerçevesi doğrultusunda titizlikle çalışabiliriz. Bu tür yapıların yaygınlaşmasında en önemli unsurun talep olduğunu düşünüyoruz. Buna karşılık, farkındalığı artırmak adına elimizde güçlü bir araç var: süreci şeffaflıkla paylaşmak.
Pasif Ev projeleri çoğu zaman karmaşık, pahalı veya erişilmez yapılar gibi algılansa da, aslında geleneksel bir mimari projeye kıyasla çok daha farklı bir inşaat süreci geçirmiyor. Tasarım sürecinde daha fazla teknik koordinasyon ve hesaplama gerektirse de, uygulama süreci benzer aşamalardan oluşuyor. Bu noktada sürecin açık biçimde belgelenmesi, örneklerin görünür kılınması ve elde edilen sonuçların hem meslektaşlara hem de kullanıcılara aktarılması, teşvik edici bir rol oynayabilir.
Mimarlık alanında da bu tür projelere dair bilgilerin yaygınlaşması için, eğitimde sadece kuramsal değil, uygulamaya dönük örneklerle desteklenen, sürece odaklanan içeriklerin artırılması faydalı olacaktır. Bizler de üretim sürecine dahil olduğumuz her projede, bu bilgileri açık ve paylaşılabilir kılmayı sorumluluğumuzun bir parçası olarak görüyoruz.

Mimarlık gibi teknik ve tarihsel olarak erkek egemen bir alanda kadın olmanın getirdiği toplumsal beklentilerle nasıl başa çıktınız? Sektörde fırsat eşitliğinin sağlanması adına hangi somut adımların atılması gerektiğine inanıyorsunuz?
C.Ö.: Dünya genelinde ne yazık ki erkek daha iyi bilir gibi bir algı var, bir şeyin nasıl yapılacağını bir kadın anlattığında şüpheyle bakılırken bir erkek anlattığında daha az sorgulanarak kabul edilmesi beni en çok kızdıran konulardan bir tanesi. Bununla savaşmayı denemiyorum desem yalan olur ama herkesle de savaşmıyorum. Çalışacağımız ekibi kendimiz seçiyoruz ve etrafında kadınla çalışmak istemeyen ya da kendini üstün gören ekipler de zaman içinde profesyonel çevremizden eleniyor. Unutmamalıyız ki hepimiz her zaman öğrenciyiz ve her gün yeni bir şeyler öğreniyoruz. Dolayısıyla öğrenmeye devam ettiğimiz, açık fikirli ortamlarda bulunmaya gayret gösteriyoruz.
Z.T.: Açıkçası biz bugüne kadar işimizi toplumsal beklentilerin gölgesinde yapmadık. Belki bunda kozmopolit bir şehirde yaşıyor olmanın da payı vardır. Büroda en başından beri tamamen eşitlikçi bir yaklaşım benimsedik. Zaman zaman pozitif ayrımcılık da yaptık. Bu tutumun, birlikte çalıştığımız ekiplerin ve iş ortaklarımızın kültürüne de yansıması için elimizden gelen çabayı göstermeye devam ediyoruz.