İsveç Malmö Örneği

Sürdürülebilirlik konusunun ilk kez 1987 yılında yayınlanan Brutland raporundaki tarifinin üzerinden yıllar geçmiş ve kavram içinde bulunduğumuz süreçte “yeni çağın eğilimi” olarak birçok alanda yaygın bir kullanıma sahip olmuştur. Temelde barındırdığı, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını gözeterek bugünün ihtiyaçlarını karşılama anlamı, yaşanan felaketlerden, doğanın gözle görünür tepkilerinden sonra önemli bir hassasiyet alanı oluşturmuştur.

Öyle ki birçok Uluslararası ve Ulusal kongre ve konferansların ana temalarını oluşturan bu konu bazı protokollerle de ülkelerin zorunlu sorumluluğu haline getirilmektedir.

Çünkü artık gelişmiş ülkeler de kendi sınırları dahilinde yapılacak hiçbir düzenlemenin özellikle gelecek nesiller için yeterli olmadığının farkına varmışlardır.

Bu nedenle kendi sorumluklarının yanı sıra diğer ülkeler içinde bir model oluşturma kaygısı içinde hareket etmektedirler.

Diğer taraftan özellikle gelişmiş ülkeler arasında yaşanan kentler arası yarış, platformunu sürdürülebilirliğe kaydırmış görünmektedir. Günümüzde dünyanın en ekolojik/en yeşil kentleri seçilmekte ve kentler bu durumu ekonomik açıdan önemli kazanımlara dönüştürmektedirler. Bir başka açı ile kent nüfusunun giderek arttığı günümüzde, sağlıklı yaşama ve çalışma ortamı yaratma konusunda da bu alanlar önemli çekim noktaları oluşturmaktadırlar.

Sürdürülebilirlik kavramının yaygınlık kazanması diğer taraftan “gerçek sürdürülebilirliğin nasıl ölçülebildiği” sorusunu gündeme getirmektedir. Diğer bir ifade ile sürdürülebilir olarak ortaya konan projelerin ne kadarı gerçekten sürdürülebilirlik hedefine hizmet etmektedir ve bu nasıl ölçülebilir? Bu gibi soruların artması planlama, mimarlık, tasarım gibi disiplinlerde önemli bir gündem oluşturmakla birlikte, kentlerin bu soru üzerine farklı yaklaşımları bulunmaktadır.

Malmö kenti için sürdürülebilirliği ölçme yaklaşımı, sürdürülebilirliğin bir bilinç ve yaşama şekli olarak kentte yaşayan insanlara yansıma düzeyinin ölçülmesidir.

Malmö, sürdürülebilirlik konusunda ulusal ve uluslararası alanda deneyimli, gelişme iradesine sahip bir kent olarak tanınmaktadır ve “sürdürülebilirliği gerçek yapmak” olarak ifade ettiği amaca yönelik kendine önemli bir hedef koymuştur. 2009-2020 yılları için hazırlanan çevre programında bu hedef “2020 yılında sürdürülebilir kentsel gelişme konusunda dünyanın en iyi kenti olmak” olarak ifade edilmiştir. Bu hedefe ulaşmak doğrultusunda öncelikli olarak sürdürülebilirliği anlamak ve anlatmak yaklaşımını benimseyerek sosyal boyutu öne çıkarmışlardır. Bu anlamda çeşitli eğitim ve bilinçlendirme programları medyanın da içinde bulunduğu çeşitli kurumlarla ortak çalışmalar şeklinde kentliye aktarılmaktadır. Kent bütününde düzenlenen kampanyalar ile insanların bilinçlenmesi sağlanarak sürdürülebilir yaşama biçimi teşvik edilmektedir.

Örneğin bu kampanyaların en başarılı olanlarından biri bisiklet kullanımını yaygınlaştırmak için 2003 yılında başlatılmış olan çalışmadır. Çalışmanın sloganı ve kampanya için hazırlanan kısa filmin başlığı “Malmö’de saçma araç yolculukları yok” olarak belirlenmiştir. Sloganda araç yolculuklarının saçma olarak değerlendirilmesinin nedeni ise yapılan araştırmalar sonucunda kentte yapılan araç yolculuklarının % 50 sinin 5 km’ lik mesafelerde yapılıyor olmasıdır. Bu tespit sonucunda başlatılın çalışmaların başarılı sonucu olarak 1995’de %20 olan bisiklet kullanımı bugün %30 lara yükselmiştir. Gelecekte ulaşılmak istenen hedef ise kentte yaşayan insanların yarısının seyahatlerinde bisikleti tercih etmesidir.

Dolayısıyla Malmö kenti için sürdürülebilirliği ölçme yaklaşımının, sürdürülebilirliğin bir bilinç ve yaşama şekli olarak kentte yaşayan insanlara yansıma düzeyinin ölçülmesi olduğunu söylemek mümkündür.

Gerçek Bir Sürdürülebilirlik Örneği

Malmö, Güney İsveçi’in ticari merkezi konumunda olan yaklaşık 300.000 nüfuslu bir liman kentidir. Kentin fiziksel dokusu yarım daire şeklindedir ve yaya yolları bu formu dik kesmektedir. Bu yapı kentte yaşayan insanların hangi konumda yaşıyor olurlarsa olsunlar herşeye ve heryere yürüme mesafesinde yakın olduklarını hissetmelerini sağlamaktadır. Kentin en dış çeperlerindeki konutlardan bile kamusal açık alanlardan, yeşil alanlardan geçerek kesintiye uğramadan kent merkezine ulaşmak mümkün kılınmıştır. Yarım daire şeklindeki transit taşıt yolları yayayı yormayacak şekilde yaya geçitleri ile aşılmış, hemzemin taşıt yollarında ise bisikletli ve yayaya öncelik veren düzenlemeler yapılmıştır.

Toplu taşıma duraklarında bulunan bisiklet parklarına yönelik olarak “bisiklet kuleleri” gibi farklı ve özgün projeler yapılmaktadır.

Bu düzenlemelerden biri olarak, kent içinde toplam 410 km. uzunluğundaki bisiklet ağı mevcut durumu ile İsveç’in diğer kentlerinden ve hatta bisiklet dostu olarak bilinen Kopenhag’dan fazla olmasına rağmen yeterli görülmemekte ve bisiklete öncelik veren trafik düzenlemeleri, park alanlarına yönelik özgün projeler geliştirilerek toplam yolculuğun %30’unu oluşturan bisiklet kullanımının artması hedeflenmektedir.

Benzer şekilde yaya ulaşım altyapısının geliştirilmesine yönelik olarak kenti saran taşıt ağının seçili alanlarda kademeli olarak 1. adımda kısmen 2. adımda ise tamamen bisiklet ve yaya kullanımına açılması planlanmakta ve hatta bu hedefler uzun vadeli olarak tüm ikinci kademe yolların trafik yoğunluğundan arındırılarak yeşil sokaklara dönüştürülmesi stratejilerini içermektedir.

Tüm bu yaya öncelikli düzenlemelerin temelinde de aslında kentin sürdürülebilirlik yaklaşımı yatmaktadır. Gerçek sürdürülebilrliğe ancak kentte yaşayan insanların davranış biçimlerine yansıdığında ulaşılabileceği inancı bu durumu ortaya koymaktadır. Bu da diğer taraftan Malmö kenti için sürdürülebilirliğin sosyal ve ekolojik boyutlarının öne çıktığını göstermektedir.

Sürdürülebilirlik Senle Başlar

Kentte geçici ya da kalıcı olarak yaşayan tüm insanlara yönelik düzenlenen programlar ile mekanın sürdürülebilirlik odaklı düzenlenmesi birbirlerini besleyen iki süreçtir. Kentte var olan bütün imkanlarla yaya olarak kurulan kesintisiz bağ, ulaşmak istenen büyük hedefe daha fazla insanın inanmasını ve bu doğrultuda çalışmasını sağlamaktadır.

Bu yaklaşımın olumlu sonuçlarından biri olarak Kopenhag ve Malmö kentlerini içine alan Øresund bölgesi Avrupa’nın en hızlı gelişen alanı haline gelmiştir.

Kentte her yere ve her şeye yakın olmak!

Kim istemez ki evden işe yürüyerek ya da bisiklet kullanarak erişebiliyor olmayı, kim istemez ki kentin o yoğun trafiğinde ev ve iş arasında saatlerce beklemeyecek olmayı, kim istemez ki yaşadığı yerden kent merkezine yürüyüş yolunun doğa yürüyüşünden farksız olmasını, kim istemez ki çocuklarının evden okula güvenli bir şekilde gitmesini…

Tabiî ki bu kim istemez soruları kişilerin isteklerine ve içinde bulundukları durumlara göre farklılaşacak ve artacaktır. Fakat büyük bir çoğunluk için ortak olan istek ihtiyaç duydukları her şeye ve her yere yürüme mesafesinde yakın olmaları ya da öyle hissetmeleridir.

Zamanın değerini giderek arttırdığı günümüzde bunu sağlamak insanlar ve kentler için daha büyük bir önem taşır hale gelmiştir. Aynı zamanda her yere yürüyerek ya da bisiklet kullanarak erişebiliyor olmak araç kullanımını azaltması, sağlıklı bir toplumu desteklemesi açısından sürdürülebilir kentsel gelişme hedeflerine de hizmet etmektedir.

Bu nedenle sürdürülebilirlik hedeflerine sahip kentlerde yaya odaklı düzenlemelere ağırlık verilmekte ve insanların kentle kurdukları bağ arttırılmaya çalışılmaktadır.

Bu kentlerden biri olarak Malmö’ye yaptığım seyahatte kentin sürdürülebilirlik anlayışı, bu anlayışın mekanlara ve insan davranışlarına, yaşama biçimlerine yansıma düzeyleri, bölgenin neden Avrupa’nın en hızlı gelişen alanı olduğu gibi konuları gözlemleme şansım oldu.

Kentin en dış çeperlerinde bulunan bir toplu konut alanından kent merkezine yaklaşık olarak 6 km. mesafeyi yürüdüm ve yürüyüş sonunda insanların her yere ve her şeye kendilerini nasıl yakın hissettiklerini anlamış oldum.

Yürüyüşün başında uzun yıllar Malmö’de yaşamış olan birine kent merkezine gitmek istediğimi söylediğimde tarif etmeye ihtiyaç bile duymamıştı. Sesindeki rahatlık ve güven öyle yüksekti ki benim gibi bilmeyen biri rahatlıkla kendini kent merkezinde düşünebilirdi. Nitekim bende kente ilk kez gitmiş bir olarak harita kullanmadan kent merkezine yürüme cesaretini bulabildim. Gerçekten de yolun başından sonuna kadar duyduğum his kimi zaman kentten tamamen kopma, kimi zamanda kenti tamamen hissetmek arasında değişmekteydi fakat hiçbir zaman yola ve mekanlara kendimi yabancı hissetmedim.

Mekanlar arasında bölücü/ayırıcı elemanlar bulunmadığı ve yaya yolu süreklilik gösterdiği için yürümenin keyfini çıkarabilmek mümkün oldu. Kentten koptuğumu düşündüğüm zamanlarda yeşil alanlar, çeşitli açık alan aktiviteleri, kenti hissettiğim zamanlarda da özgün mimarisi ile konutlar, sanayi yapıları, simge yapılar ilgimi canlı tuttu ve yolu hissettirmeden kısalttı.

Yürüyüş yapanlar ve bisiklet kullanıcıları içi bölünmüş yolda transit taşıt trafiğinden alanda hissettirmeden oluşturulmuş eğim sayesinde hemzemin bir köprü ile geçmek mümkün kılınmıştı. Alt kademe araç yollarının bulunduğu noktalarda ise trafik ışıkları ya da yayaya, bisikletliye öncelik veren diğer düzenlemeler sayesinde güvenli bir yolculuk sağlanmaktaydı. Kısacası kent insanı içine davet ederken ayrıcalığı, önceliği, konforu sunuyor ve araçların bu durumu kesmesine, bozmasına izin vermiyordu.

Yürüyüş sırasında karşılaştığım insanlar yolun sadece sağlıklı bir yetişkin birey için değil farklı yaş gruplarındaki insanlar ve engeliler içinde benzer hisleri yaşattığını gösterdi. Kent merkezine vardığımda karşılaştığım bisiklet parki manzarası ise bu ve benzeri yollarda bisiklet kullanımınının da ne kadar yaygın olduğunun resmi gibiydi.

Sonuç olarak; kentte kurulmuş olan bu konforlu, kesintisiz yaya yolu ve kentin sürdürülebilirliğin insanla başladığına olan inancı insanların nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar kendilerini her yere ve her şeye yakın hissetmelerini sağlamıştı. Normal koşullarda 1 saati aşan bu yürüyüşün üzerimdeki etkisi çok daha kısa bir zamanla tarif edilebilirdi. Bu nedenle yolun bitiminde tek düşündüğüm benzer koşulların kentte oluşturulmasının gerekliliği ve önemi idi. Örneğin İstanbul için aynı mesafe Beşiktaş sahili ile 4. Levent arasındaki yolun yaya ve bisikletli kullanımına uygun şekilde düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Mevcut durumu ile araç odaklı düzenlenmiş bu ve benzeri yolların yaya odaklı düşünülmesi kentin vizyonu açısından da büyük önem taşımaktadır. Ancak hızla artan karayolu projeleri, kavşaklar, köprüler kentin bu vizyondan biraz uzak olduğunu göstermektedir. Bu nedenle insanların ihtiyaç duyduğu işyeri konut ve diğer hizmetlerdeki birliktelikler ancak karma kullanımlı proje alanlarında sağlanmakta ve bu da kentin bütününde bir düzenleme yapmayı imkansız hale getirmektedir. Kentle bağlantısını sadece araç yolları ile kuran bu proje alanlarının yaygınlaşması kentin gelecekte, sürdürülebilirlik konusunda aşması gereken problem alanları olarak karşısına çıkacaktır.

Bu nedenle Malmö gibi gerçek sürdürülebilirliğe ulaşmak doğrultusunda uzun yıllar çalışmış ve sonunda bunu sağlamanın ancak insanların yaşam biçimleri ve davranış normlarına yansıması ile mümkün olabileceğini tespit etmiş kentlerden alıncak güzel örnekler ve modeller vardır. Bunların başında da kentleri araçlara ezdirmeden, kesintisiz yaya yolları gibi insan odaklı düzenlemelerle yaşanabilir kılmak gelmektedir.l


Yorumlar

direngy 15 Aralık 2012

çok güzel bi yazı olmuş elinize sağlık ama daha fazla fotoğraf görmek isterdik.mesela taşıt ve yaya yolu ayrımını ya da kent mobilyalarını.

Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)