Kavramların Gereğini Yerine Getirmiyoruz

Biz bazı akımlardan etkileniyoruz. Bunları çok tartışıyoruz ama bunların gereğini yerine getiremiyoruz. Bu arada ortaya bazı kavramlar atılmaya başlanıyor ya da eski kavramlar ön plana çıkıyor. Bunlardan bir tanesi de Dayanıklı Kentler "Resilient Cities".

Kurucu ortağı olduğu Kentsel Strateji şirketi ile kentlerin geleceği için stratejiler, yenilikçi model ve öneriler geliştiren Ali Faruk Göksu ile tarihten günümüze kentler ve kamusal alanlar, pandeminin kentsel tasarıma etkileri, dirençli kentler kavramı  ve kentsel dönüşüm üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Pandemi döneminde özellikle kentler ve kamusal alanlar çok sorgulanır hale geldi.  Bu süreçte dünya kentleri nasıl stratejiler  geliştirdi? Yeni kentsel kavramlar ortaya çıktı mı?

Bu soruyu iki yönlü tartışmak gerekiyor, ilki kentsel ve kamusal alanlar konusunda pandemi sürecinde dünyada neler oldu? İkincisi ise Türkiye’de neler yapılmalı? Çünkü dünyada çok şey oluyor ve özellikle planlamaya, kentlerin geleceğine ilişkin çok çeşitli akımlar var. 1990’lı yıllarda “Kentsel Rönesans” çok tartışılmıştı. Bu tartışmaların amacı nüfusun kent merkezlerinden kentin çeperlerine doğru kaçması sonucunda kent merkezinde yaşanan çöküşün fark edilmesiydi. Bu bölgeler kentte Rönesans hareketiyle dayanıklı hale getirilerek, yeni neslin oraya çekilmesi sağlandı. 2000’li yıllardan sonra teknoloji hızlı bir değişim süreci yarattı ve “yeni yüzyıl kentleri” diye bir akım başladı. Ülkelerden ziyade kentlerin önemi arttı ve bu akımın en temel ilkesi olarak artık kentler yarışmaya başladı. Londra, New York, İstanbul gibi 24 saat yaşayan kentlerin çalışma ve yaşama alanı birlikteliğini, kentlerin içinde nasıl sağlarız, sorusunun cevabı arandı. Bu akımın söylemi kent içinde kent idi. Zürih  bilim kenti bu akımın en güzel örneğidir. Bilim teknolojiye, yeniliğe, tasarıma dayanan, ihtisaslaşmış bölgeler oluşturmaya başladı. Elbette İstanbul’da da bu süreç yaşadı  ancak Cendere Vadisi, Kartal, Kağıthane… Hepsi gerçekten kent içinde kent olmaya  başladı ama o akımın gereğini yerine getiremedi. 

Uzun süredir dünyada tartışılan “Dayanıklı Kentler (Resilient Cities) kavramı hakkında ne söylemek istersiniz?

Biz bazı akımlardan etkileniyoruz. Bunları çok tartışıyoruz ama bunların gereğini yerine getiremiyoruz. Bu arada ortaya bazı  kavramlar atılmaya başlanıyor ya da eski  kavramlar ön plana çıkıyor. Bunlardan bir  tanesi de “Dayanıklı Kentler (Resilient Cities)”. Bu konu uzun süredir dünyada tartışılıyor. Peki neden tartışılıyor? Çünkü kentler artık çok yoğunlaştı ve dolayısıyla sorunlar artmaya başladı. Bu sorunlar sadece mekânsal anlamda değil, sosyal ve ekonomik anlamda da arttı. Kentlerdeki mevcut sistemleri insanlar tasarladı ve uyguladı  ama bu kentsel sistemler tasarlanırken doğal sisteme zarar verildi. Şimdi insanlar bunu tartışmaya başladı. Doğanın bir sistemi vardı, biz kentsel sistem yaratmaya çalıştık, bu doğal sistemin üzerine oturduk, kentsel sistem artık şehirleri zorlamaya başladı. Ekolojik sınırları zorladı ve sorunlar ortaya çıkmaya başladı ve sonuçta “Bu kentleri nasıl dayanıklı hale getireceğiz?” konusu gündeme geldi “Dirençli Kentler” kavramı konuşulmaya başlandı. 

Ali Faruk Göksu Röportaj

Türkiye’nin bir gerçeği var, özellikle  1999 depreminden sonra yapılarımızın çok riskli olduğunu gördük. Dünyada kentler özelinde bu konular konuşulurken yapılar üzerinde fazla durulmuyor. Daha fazla sistemin dayanıklı hale getirilmesi tartışılıyor. Bizde ise sistem dayanıklı değil, çünkü bozuldu. Yapılaşmasıyla, ulaşımıyla, ekonomisi ve ekolojik dengesiyle sistem bozuk. Daha da önemlisi yapılarımızın %70-80’i dayanıklı değil. Deprem afeti ile karşı  karşıyayız ve bu riske karşı nasıl dayanıklı olacağız? Bunun tartışması halen sürüyor. Önce risk ortaya çıkıyor, sonra tartışmalar başlıyor. 1999’dan bu yana hep bunu konuştuk, peki kimler konuştu? Deprem uzmanları konuştu. Deprem ne zaman olacak, şiddeti ne olacak, insanlar bunu merak ediyor. Bu konuda plancılar çok az fikir sunabildiler. Aradan 23 yıl geçti ve kayda değer bir şey yapılmadı.


SİSTEMİ YENİDEN TASARLARKEN KENTLERİ, YERLEŞİMLERİ, DAYANIKLI HALE GETİRİRKEN BUNU DOĞA SİSTEMİNDEN ÖĞRENMEMİZ GEREKİR. BİZ HEP DOĞAYI BİR KENARA BIRAKARAK  YAPILAŞTIK AMA DOĞA KENDİ SİSTEMİNİ YENİLİYOR. BUNUN ÖRNEKLERİ VAR. ORMAN YANGINLARI, SON YILLARDA YAŞANAN DOĞAL AFETLER…


Önümüzdeki dönemde kentlerin karşı karşıya kalacağı en büyük tehdit nedir? Neden? 

Önümüzde dönem için kentlerin önündeki en büyük tehdit kentsel nüfusun hızla artıyor oluşu. Şu anda Birleşmiş Milletler verilerine göre nüfusun %55’i kentlerde yaşıyor. Bu oranın 2050 yılında %68-70 olacağı hesaplanıyor. Bunun çok ciddi bir tehlike olduğunu düşünüyorum. İnsanlar çeşitli nedenlerle kırsal alanları terk edip büyük kentlere gidiyor. Kentsel nüfus arttığında riskler de artıyor ve çeşitleniyor. Artık olası sorunlar yerel değil, küresel bir hale geldi. Yaşadığımız salgın da bunun kanıtı niteliğinde. Çin’de ortaya çıkışı kan bir virüsün tüm dünyayı nasıl esir aldığını hep beraber yaşadık ve gördük. Bunun bir sağlık sorunu olduğu ve çözüm yolları konusunda çok uğraşıldı ancak bunun yanı sıra pandeminin aslında bir sistem sorunu olduğu konusunda kimse kafa yormadı. Bu sorunun planlama, kentlerin yönetimi ve tasarımla ilgisi var ama maalesef bunlar tartışılmıyor. Ön plana çıkan kısmı sağlık ama sorun sağlık sorunu değil. Pandemi sürecinde neredeyse bütün sistemler çökme noktasına geldi ve bu sistemler yeniden nasıl tasarlanacak sorusunu gündeme getiriyor. 

Sistemi yeniden tasarlarken kentleri, yerleşimleri, dayanıklı hale getirirken bunu doğa sisteminden öğrenmemiz gerekli. Biz hep doğayı bir kenara bırakarak yapılaştık ama doğa kendi sistemini yeniliyor. Bunun örnekleri var. Orman yangınları, son yıllarda yaşanan doğal afetler... İnsanoğlu hızlı teknolojisi ve davranış biçimleriyle doğayı o kadar tahrip etti ki tehlikeler de artmaya başladı. Yani sistemi tasarlarken doğa sisteminden bir şeyleri yeniden öğrenmeli ve doğayı öncelikli hale getirerek kentlerimizi tasarlamalıyız. Yeni yüzyılda ister yeni kentler ister ekonomi olsun ister yeni sistemlerin tasarımı olsun öncelikle resme çok geniş açıdan bakmamız gerekiyor. Küresel bir dünyada yaşıyoruz. Sadece kendi yaşadığımız coğrafya üzerinden değil, büyük resme bakarak o büyük resmin içerisinde hangi noktadayız? sorusunu sormalıyız. Çünkü salgın örneğinde de olduğu gibi en ufak bir sorun herkesi etkiliyor ve tetikleyici bir güce sahip.

Hızlı bir değişim süreci yaşıyoruz, bu sürecin olumsuz tarafları olduğu gibi çok olumlu yönleri de var. Artık mevcut ekonomik modeller ile bir yere varılamayacağı  kabul edildi. Yeni nesil davranış biçimlerinin geliştirilmesi, yeni nesil ekonomilerin çeşitlenmesi de yeni fırsatlar ortaya koyuyor. Dünya hepimizin gezegen hepimizin! Hep birlikte birtakım taahhütlere girmemiz gerekiyor. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası bunları dillendirmeye başladı. Büyük birtakım kuruluşlar da hedefler koymaya başladı. Birinci gelişme olarak öncelikle 2030’a bu hedef koyuldu fakat 2030’a çok az vakit kaldı. Baktılar olmayacak hedeflere ulaşamıyoruz 2050 hedefleri koymaya başladılar. 

Eğer biz kentlerimizi dayanıklı hale getirmek istiyorsak ulaşılabilir hedefler koymalıyız, 1999 depreminden bu yana bu hedefleri koyamadık. Yılda şu kadar konutu dayanıklı hale getireceğiz, yerleşimleri şuna göre tasarlayacağız, kamusal ve açık alanlarını geliştireceğiz gibi hedeflerimizi adım adım belirleyebilseydik bugün bunları başarmış olacaktık ve “dirençli kentler” kavramını daha somut bilgiler ile tartışacaktık. Bir şeyler yapılmıyor mu? elbette yapılıyor, buna itirazım yok. Ama o büyük resmi görerek neredeyiz, ne yaptık, neleri tasarlayacağız? Bu noktada vereceğim en önemli mesaj eğer kentlerimizi dayanıklı hale getireceksek birinci koşulumuz doğayı anlamak ve onunla barışık olmaktır. Doğayı nasıl anlayacağız? Bilim insanları doğayı çok iyi anlıyor ama onların da bir dezavantajı var. Gereken tespiti yaparak karar vericilere aktarıyorlar ancak konunun birçok boyutu var. Tasarım boyutu var. Örneğin, tasarımcılar ile bilim insanlarının birlikte çalışabileceği ortamın kurgulanması gerekiyor. Biz Kentsel Strateji olarak konuyu ürün tasarımı ya da mimari tasarım olarak ele almıyoruz; sistemi, süreci yeniden nasıl tasarlayacağımız üzerine çalışıyoruz. “Dirençli kentler”, “ akıllı kentler”, kavramlar sürekli değişiyor ama aslında hepsi birbirinin bir parçası. Önemli olan bireylerin ve kurumların davranış biçimlerini değiştirmesi. Önümüzde büyük tehlikeler var ve bu tehlikeler dünyanın bir ucundaki yerden çıkıp hepimizi etkiliyor. Hep birlikte bu davranış biçimlerimizi, tüketim alışkanlıklarımızı, bireysel ölçekten, kurumsal ve toplumsal ölçeğe yeniden tasarlamalıyız.


"DİRENÇLİ KENTLER”, “ AKILLI KENTLER”, KAVRAMLAR SÜREKLİ DEĞİŞİYOR AMA ASLINDA HEPSİ BİRBİRİNİN PARÇASI. ÖNEMLİ OLAN BİREYLERİN VE KURUMLARIN DAVRANIŞ BİÇİMLERİNİ DEĞİŞTİRMESİ. ÖNÜMÜZDE BÜYÜK TEHLİKELER VAR VE BU TEHLİKELER DÜNYANIN BİR UCUNDAKİ YERDEN ÇIKIP HEPİMİZİ ETKİLİYOR.


Bu konunun bir de ekonomik boyutu var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Yapılan güvenlikli siteler, rezidanslar kriz dönemlerinde maliyetleri nedeniyle kullanıcılarını zor durumda bıraktı. Birinci ve ikinci dönüşüm sürecinde, yani “ hızlı kentleşme” dediğim 1950 ile 1980, ikinci büyük dönüşüm dediğim 1980 ile 1995’li yıllar arasında sürdü. Bütün bu süreçte gayrimenkul sektörü ön plandaydı, finans sektörü daha geri plandaydı ama 2000’li yıllara geldiğimizde finans sektörü bu işe el attı, çok dominant olmaya başladı ve gayrimenkul sektörü ile el sıkıştı. Gayrimenkul yatırım ortaklıkları kuruldu. Finans sektörü işin içine girip para verince dediler ki: “Parsel ve ada bazında değil, büyük ölçeklerde 100 milyon dolarlık paketler olması gerekiyor.” Çünkü yatırdığı parayı 3 ve 5 yıl sonra alması lâzım. Birde işin ölçeği değişti. Bu iş birliğinin yarattığı tabii ki olumlu şeyler var. Olumsuzlukların ilki kentlerin yoğunlaşmaya başlaması oldu. Bu sefer piyasadan para gelmesi demek, en iyi yerlerin dönüşmesi demektir. Yani baktığınız zaman dönüşen yerler arasında İstanbul’da görüyorsunuz, Kağıthane dönüşüyor. Kâğıthane’nin neresi dönüşüyor? Ana yola Zincirlikuyu ve Maslak’a cephesi olan alanlar dönüşmeye başlıyor. Piyasa bunu biliyor, Fikirtepe de çok stratejik öneme sahip bir yer. Bütün bu anlattıklarımın tam tersine; iğne atsan yere düşmeyecek bir yapılaşma ortaya çıkıyor şehirlerimizde.

Ali Faruk Göksu Röportaj

Gecekonduları dönüştürmek kolaydı, tek katlı binalar yıkıldı yerine yüksek binalar yapıldı. Şimdi bu binaları nasıl dönüştüreceğiz? Gelecek nasıl kurgulanacak? Mevcut nüfusa iki buçuk milyar insan eklenecek. Bu konudaki bir görüş şu şekilde; kentleri yaygınlaştırdık, ekolojik sistemi de zorladık ve bu nedenle artık büyüyemeyiz. Bu sınırları çizelim artık doğayı mahvetmeyelim! Mahvettiğimiz alan içerisinde yıkılıp yeniden yapalım. Dijitalleşme mikro kavramını gündeme getirdi. Yarattığımız yapılaşma ve yerleşme sistematiği hep büyüklük üzerine kuruluydu, pandemi o büyüklük kavramının çok da önemli olmadığını bize öğretti. Dijitalleşme ile birlikte bir odalı yaşam alanları insanlara yetmeye başladı. Bireyin uzaydan temlerinin kurgulanması gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Belki bunlarda fırsat olacaktır.

Peki “Dirençli kentler” ya da “Dayanıklı kentler” yaratılması için neler yapılmalı?

Sistemlerin yeniden kurgulanması, küçükte olsa parçalı da olsa bunları entegre edecek yeni sistemleri nasıl tasarlarız?Bence bunun üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Bunu en iyi yapan kişi Paris Belediye Başkanı’dır. Yaşanabilir mahalle olmanın ön şartı  oyun alanları, eğitim, sağlık gibi kamusal ve ticari alanların yürüyüş mesafesinde olmasıdır. Kentsel dönüşüm stratejileri üst ve alt ölçekte bakış açılarıyla belirlenmelidir. Kent ölçeğinde vizyon, mahalle ölçeğinde ise yaşam kalitesinin artırılması öncelikli hedef olmalıdır. Günümüzde kentsel dönüşümün stratejisi yalnızca “yık yap” yaklaşımına dayanıyor. Bu yaklaşımın yerine yapısal riskler azaltılırken mahalle ölçeğinde “yaşam kalitesi” riskleri de dikkate alınmalıdır. Yani dönüşüm stratejisi, yapı ve yaşam kalitesi risklerini minimuma indirgeyecek, hatta sıfırlayacak; toplumsal ve ekonomik bileşenleri kapsamalıdır. Bu nedenle mahalle ölçeğinde yapılacak örnek katılımcı kentsel dönüşüm projeleri ile güven ortamı yeniden yaratılmalı ve yaşam kalitesinin artırılmasına yönelik programlar geliştirilmelidir. Buna Paris Belediye Başkanı Hidalgo’nun “Paris 15 dakika” programını örnek verebiliriz. 

Ali Faruk Göksu Röportaj

Programla, Parislilerin on beş dakikalık mesafe içinde yeterli kamusal alana ulaşması hedeflendi. 1990’lı yıllarda ABD’de başlayan “tactical urbanism” (taktiksel şehircilik) akımı ise hızlı, hesaplı ve modüler tasarımlarla mahallelerde komşuluk ilişkilerinin kuvvetlendirilmesini ve sosyal alanların artırılmasını sağladı. Bu hareket de tüm dünyaya yayıldı. Kartal Tasarım Atölyesi’nin, mahalleli ile tasarımcıların birlikte tasarlayıp uyguladıkları “kıyı-köşe” programı yaşam kalitesinin artırılması için önemli bir hareket oldu ve Anadolu’nun pek çok kentinde de uygulandı.İstanbul’u nasıl dayanıklı hale getiririz? hep konuşuluyor. İstanbul’u dayanıklı hale getirmenin birinci koşulu doğa sisteminin yeniden kurgulanması ve doğanın kentsel sistemle barıştırılmasıdır. Yeni sistemin tasarlanması lazım. Meselâ, bizim yeşil yol önerimiz vardı. Ama bunlar hep hayal diye benimsenmiyor. Hâlâ doğanın davranış biçimlerine ters projeler yapma çabası var. Bütün bunlar yeniden gündeme gelecek diye düşünüyorum.

Değişen dünyada mimarın rolünün nereye evrileceğini öngörüyorsunuz?

Zaman zaman gelecekte kaybolacak mesleklerin tartışıldığını görüyoruz. Belli meslek gruplarının önümüzdeki süreçte ortadan kalkacağı konuşuluyor. Ben bu mesleklerin arasında mimarlığın da olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bir iş mimarsız da bir noktaya kadar ilerleyebilir. Önemli olan bu sistemin içerisinde sen neredesin ve bu sistemin bir parçası olarak nasıl bir etki yarattın?

Kentsel strateji olarak bizim gündemimizde yıllardır “sosyal etki tasarımı” kavramı yer alıyor. Bu konunun rehberini hazırladık ve internet sitemizde de yayınlıyoruz.  Peki sosyal etki tasarımı nedir? Son yıllarda oldukça hareketli bir dönemden geçiyoruz, iklim değişikliğinin yarattığı olumsuz etkiler, göçler, doğal afetler, yoksulluk, savaşlar… Örneğin Suriye’de yaşananların yarın bizim de başımıza gelmeyeceğinin hiçbir  yok. Gezegenimiz bir sorunlar yumağı ve hızlı bir etkileşim içerisinde. 

Tartışılması gereken konu şu; mimar, plancı ya da ekonomist olabilirsin mesleğinin ya da ürettiğin ürünün yarattığı etki önemli. Örneğin, bir mimar olarak Fikirtepe’de çok güzel, dört dörtlük bir bina tasarlayıp bu proje ile ödüller alabilirsin ama o proje bölgede olumlu bir etki yaratmamışsa anlamını yitirir. Projen ile bölgede sorunlardan bir ya da birkaçına dokunabiliyorsan mimarlık, plancılık daha değerli hale geliyor. Bütün bunları yeniden değerlendirmek gerekiyor. 

Dünyadaki trendler önemli, bunları elbette takip etmeliyiz ancak bu trendleri doğru anlayıp gereğini yerine getiren çalışmaları da gerçekleştirmeliyiz. Örneğin, “dirençli kentler” kavramı yaklaşık 10 yıl önce gündemimize girdi. Adı üzerinde zaten bu kavramda esneklik çok önemli. Riskleri görüp kent ekonomisini, toplumsal yaşamı, yaşam alanlarını bu risklere karşı önceden hazırlıklı hale getirmek için gerekli stratejileri geliştiriyor musunuz? Bütün mesele budur. Deprem yaşandığı zaman tabii ki yıkım olacak ama önemli olan minimum etkiyle süreci atlatabilmektir.


KARTAL TASARIM ATÖLYESİNİN MAHALLELİ İLE TASARIMCILARIN BİRLİKTE TASARLAYIP, UYGULADIKLARI “KIYI-KÖŞE” PROGRAMI YAŞAM KALİTESİNİN ARTIRILMASI İÇİN ÖNEMLİ BİR HAREKET OLDU VE ANADOLU’NUN PEK ÇOK  KENTİNDE DE UYGULANDI.


Pandemi sürecinde yaygınlaşan uzaktan çalışma modeli zaman içinde oldukça benimsendi. Artıları ve eksileri ile tartışılan bir konu haline geldi. İstanbul’dan örnek verecek olursak tamamen ofis binalarının bulunduğu bölgeler var. Bu bölgelerin geleceği hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Maslak örneği üzerinden konuşursak orası plazalarla dolu bir yer ve bunlar neye dönüşecek sorusu tartışılmaya başlandı. Maslak gibi konumu iyi olan yerlerdeki ofisler sürdürülebilir ofis olarak işlevlerine devam edecek. İstanbul’un genel ofis dağılımına bakacak olursak %20-25’i iyi konumlarda geriye kalan %75’i genele dağılmış durumda. İyi ve dayanıklı olanlar kalacak, kötü ve dayanıksız olanlar ise dönüşecektir, AVM’ler için de durum aynı. Bu durum dünyada da yaşandı. Mesela Amerika’da bir dönem o kadar çok AVM yapıldı ki işlevsiz olanlar bir  süre sonra okullara, sağlık yapılarına dönüşmeye başladı. Sanırım bizde de bu fonksiyon değişimleri yaşanacak ancak bunu söylemek için erken olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir deprem gerçeğimiz var ve deprem sonrası senaryolara göre durum değişebilir. Bu yapılar daha kıymetli hale gelebilir. Çalışmayan AVM’ler toplanma alanları olabilir. Bu binalar hayat kurtarıcı olabilir.

Ali Faruk Göksu Röportaj

Deprem konusu açılmışken sormak isterim. Kentsel dönüşüm sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Türkiye’nin ilk kentsel dönüşüm projesini yapan ve Türkiye’nin yapısını analiz etmiş biri olarak uzun zamandır kentsel dönüşümü anlatmaya çalışıyorum ancak bu konu ülkemizde çok farklı anlaşıldı. Biz atölyeler gerçekleştirdik. Gençler yurtdışına giderek kentsel dönüşümü araştırdı. Yaptığımız en iyi işlerden bir tanesi 100 tane kentsel dönüşüm tanımı çıkartarak İngilizce’den çevirmek oldu. Bunlar içinde çok sevdiğim bir tanım var ve her yerde tekrarlıyorum. “Kentsel dönüşüm, gayrimenkul geliştirmek değildir. Kentsel dönüşüm özellikle kamu desteğine ihtiyaç duyulan öncelikle yoksul halkın yaşadığı alanlarda ekonomik ve sosyal boyutları içeren uzun vadeli eylemler bütünüdür.” diyor.Gayrimenkul geliştirme piyasa güçleriyle olur. 

Bizdeki duruma baktığımızda kentsel dönüşümün gayrimenkul geliştirmekten ibaret olduğunu görüyoruz. Bizim tarafımızda bu tanımdan çıkarılacak birçok ders var. Biz bugüne kadar kentsel dönüşümün sosyal ekonomik boyutunu konuşmadık, hep mekânsal boyutu konuşuldu. Yıktık yıktık, yıktık yaptık… Türkiye’de kentler 3 kez dönüştü, 1950 ile 1980 yılları arasında hızlı bir kentleşme süreci yaşandı. Bu süreçte kentler imarlı ve gecekondular olarak iki şekilde gelişim gösterdi. O dönemde Ankara’nın üçte ikisi gecekonduydu. Tartışılan konu şuydu kent imarlı lakin etrafı gecekondu sonra kent gelişmeye başlayınca gecekonduları içine almaya başladı. 

Ali Faruk Göksu Röportaj

Seksenli yıllarda Turgut Özal döneminde Türkiye’de büyük bir dönüşüm süreci başladı. Bu gecekonduların çok iyi yerlerde olduğu fark edilince çok büyük bir dönüşüm süreci başladı. Bütün gecekondular yıkıldı ve yerlerine apartmanlar yapıldı. Bu süreç 15 yıl sürdü. 1999 depreminden sonra üçüncü süreç başladı. Önemli yanlışların yapıldığı anlaşıldı ve buna bir isim bulması gerekiyordu. “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında” isimli bir yönetmelikle kentsel dönüşüm süreci başladı. Yani gecekondular iyi değildi, sağlıksız diyerek onları yıktık. Apartmanlar depreme dayanıklı değil dedik şimdi onları yıkmaya çalışıyoruz. Ama biraz önce bahsettiğim akımları, kavramları içselleştirmeden bunları yaptık. Tahmin ediyorum ki dördüncü bir dönüşüm sürecini yaklaşık 20 yıl sonra yaşarız çünkü sosyal problemler başlayacak.

Doğru kentsel dönüşümün önündeki engeller neler? Nasıl bir yol izlenmeli?

Tüm süreçlerde imar haklarının sürekli arttırılması yoluyla piyasa odaklı kentsel dönüşüm projeleri uygulandı. Kentlerimizin yapılaşma kapasitesi doldu. Kentlerimizde yapı ve yaşam kalitesi riskleri artmaya başladı, açık alanlarımız azaldı.Kentsel dönüşümün kapsamlı ve katılımcı ortamlarda yapılmasının önündeki engeller; yeterli arsa stokunun olmaması, mülk sahiplerinin beklentilerinin yüksekliği nedeniyle uzlaşmanın zorluğu, uzun vadeli finansman sistemlerinin yaratılamaması gibi başlıklarda sıralayabiliriz.

Bunları aşmak için kapsamlı ve tüm paydaşların katılımı ile kentsel dönüşüm yol haritası hazırlanmalı. Yol haritasında üç konu öncelikli, birincisi, kentsel dönüşüm fonudur. Fonun kaynakları, arttırılan imar hakları gelirinin bir bölümünün kamuya aktarılmasından ve uluslararası kredi kuruluşlarından gelen finansmandan oluşturulmalı. 

Fonun özerk yapıda kalması ve üçte birinin yerel yönetimlere, üçte birinin özel sektöre, üçte birinin de mülk sahiplerine tahsis edilmesi eşitlikçi olan bir paylaşımdır. Üç taraf uzlaştığında da fonun kaynakları kullanılmaya başlanmalıdır.Yol haritasının hazırlanmasında ikinci öncelik, kentsel dönüşüm kurulunun oluşturulmasıdır. Kurulun örgütlenme yapısı, merkezi ve yerel yönetim, özel sektör ve sivil örgüt temsilcilerine dayanmalıdır. Kurulun aldığı kararların bağlayıcılığı temel ilkedir. Üçüncü öncelik ise bütüncül bir yasanın çıkarılmasıdır. Günümüzde yetkilerin pek çok kurumda olması çok başlılık yaratmaktadır. Farklı yasalar ve yönetmelikler yerine ilgili bütüncül bir şehircilik bir yasası hazırlanmalıdır.


Yorum yaz...

Teşekkür ederiz. Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır.
Üzgünüm. Yorumunuz gönderilemedi. Lütfen tekrar deneyin.
  • (Yayınlanmayacak)