Bilinen ve Sürdürülebilir
Dr. Zeynep Durmuş Arsan, İYTE Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi
Bilinenin aksine sürdürülebilir mimarlık pratiği, tek ve tutarlı bir söyleme sahip değildir. Dolayısıyla birbirinden çok farklı, hatta birbiri ile çelişen sürdürülebilir tasarım stratejileri mevcuttur: Bir yanda, o yöreye has sosyal, kültürel ve manevi değerlerin farkına varılıp, korunması, yerel kalkınmanın teşvik edilmesi, alım gücünün artırılması, toplumsal dayanışma ve kullanıcı katılım dinamiklerinin harekete geçirilmesi ve çevre bilincinin oluşturulması gibi geniş kapsamlı sosyal sürdürülebilirlik politikalarına hizmet eden mimari projeler, sürdürülebilir örnekleri temsil etmektedir. Diğer yanda, daha az enerji, su tüketimi ve daha fazla konfor talebiyle ileri teknolojiden yararlanılan otomasyonlu yapılar da sürdürülebilir sayılabilmektedir. Su, besin, karbon gibi ekolojik döngülerin ve mikroklimanın dikkate alınması, yerel, sağlıklı ve geri dönüşümlü malzeme temini, yeşil teknoloji ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması gibi tercihlerin biri veya birkaçı, yapıyı sürdürülebilir kılabilmektedir. Öte yandan, sürdürülebilir teriminin kullanılmasındaki esas maksat, bina estetiğini öne çıkarmak da olabilir. Bu anlamda arka plandaki tasarım yaklaşımı, doğanın, doğal döngülerin veya kimi sembol organizmaların görselleştirilip, dramatize (ikonlaştırma) edilmesidir. Hepsinden önemlisi, aralarında merkezi veya yerel hükemet temsilcileri, akademisyenler, sivil toplum örgütleri, yatırımcılar ve yurttaşların da bulunduğu farklı paydaşlar, sürdürülebilir mimariyi farklı bağlamlarda ele alabilmektedir. İşte böyle bir panoramada, ‘sürdürülebilir mimarlık nedir?’ sorusunun cevaplanması kolay değildir .
Günümüzde mimaride sürdürülebilirlik, çevre tahribatını en aza indiren, enerjiyi daha verimli kullanan ve bunu daha ‘akıllı’ sistemler kullanarak gerçekleştirmeye çalışan ‘enerji etkin’ yapılarla özdeşleştirilmektedir. Belli tasarım stratejilerinin öne çıkması/çıkarılması, yine o dönemde binalara atfedilen anlam ve görevlerle paralellik taşımaktadır. Daha geniş bir çerçeveyle ele alırsak, sürdürülebilir yapıları, içinde yer aldığı dönemin mimari yaklaşımları, bilimsel gelişmeleri, çevreci akımları, ekonomik ve politik eğilimleri çerçevesinde ele alıp, konumlandırmak gerekmektedir.
70’lerde ‘çevresel tasarım’, 80’lerde ‘yeşil mimari’ ve 90’lardan bu yana ‘ekolojik’ veya ‘sürdürülebilir mimarlık’ olarak izlediğimiz terminolojideki değişim, teori ve pratikte devamlı genişleyen bir yapı üretim biçiminin varlığını göstermektedir. Peki, terminolojideki bu farklılaşma neye işaret etmektedir? Zaman içinde birbirlerinin yerine kullanılmaya başlanmış, iç içe geçmiş bu terimler, değişen mimari tutumların birer göstergesidir. Bu yazı kapsamında, 70’li yıllar, 80’li yıllar ve 90’lardan günümüze olmak üzere üç dönem altında çeşitlenen sürdürülebilir mimari yaklaşımları irdelenmiştir.
1970’Ler: Mimarlık El Ele Verince - Çevresel Tasarım
70’li yılların başı, kuzey ülkeleri için kalkınma politikalarının irdelendiği kritik bir yol ayrımıdır. 1972’de Stockholm’de düzenlenen Birleşmiş Milletler, Çevre ve Gelişme Konferansı ile dönemin kalkınma ilkelerinin geçerliliği uluslararası arenada tartışmaya açılmış, çevre ve gelişmenin birarada ele alınması gereken olgular olduğu vurgulanmıştır. Sürdürülebilirlik ile ilgili kimi esaslar, yasalarda yer almasa bile, bir niyet olarak küresel ve ulusal gündemde ilk kez yer almıştır.
60 ve 70’lerin iki popüler çevreci akımı, sığ ve derin ekoloji (shallow & deep ecology) yaklaşımları, kalkınmanın bedelinin çevresel tahribat olmaması gerektiği konusunda uzlaşmakta, ancak farklı kalkınma modelleri tanımlamaktadır. Çevreci tartışmaların da bir yansıması olarak, kuzey ülkelerinin ulusal gündem ve politikaları ‘sürdürülebilir gelişme’ doğrultusunda olgunlaşmaya başlarken, dönemin popüler terimi ‘çevre’, mimarlık disiplininde de karşılık bulmuştur. Bilimsel bilginin 70’lerdeki güç ve popülerliğinden de etkilenerek, ‘çevresel psikoloji’ ve ‘çevre kontrolü’ gibi araştırma alanları ile ‘çevresel tasarım’ (evironmental design) olarak adlandırılan insan merkezli mimari yaklaşım ortaya çıkmıştır.
Mimarlıkta çevreci bakışın ortaya çıkışını, sadece dönemin kalkınma politikaları ve çevresel tahribatla ilişkilendirmek doğru bir yaklaşım olmaz. 1973 petrol ve 1979 enerji krizleri sonrası petrol fiyatlarındaki artışa paralel olarak yapı ve ulaşım sektörlerinde enerji verimliliği çalışmaları da önem kazanmıştır. Böylece 60 ve 70’li yılların çevreciliği, enerji sakınımlı tasarımı doğrultusunda teknik araştırmalar ve bilimsel metotlarla ele ele vermiştir. Bu çerçevede hem binaların çevresel etkilerini gidermek, hem de enerji tüketimini azaltıcı önlemler geliştirmek üzere gittikçe artan sayıda, deneysel veriye dayalı bilimsel araştırma gerçekleştirilmiştir. Özellikle mekân ve insan davranışı arasındaki ilişkiyi incelemek üzere 1968’da ABD’de kurulan Çevresel Tasarım Araştırma Merkezi (EDRA), bireyin belli değişkenler altında davranış tercihlerini ve mekân kalitesinin bireyin yaşam kalitesini nasıl etkilediğini inceleyen ampirik çalışmalar yürütmüştür . Yapı fiziği araştırmaları, iç ortam kontrolü için önem kazanmıştır. Ayrıca, mimari tasarımın kompleks yapısını analitik şema ve diyagramlar yoluyla bilimsel çerçeveye oturtmak üzere tasarım metodolojileri üzerine araştırmalar yapılmıştır. Özetle bu dönemde, niceliksel yöntemlere dayalı üç ana tasarım yaklaşımından söz etmek mümkündür:
• Şablon (streotype) bina arayışı,
• Pasif güneş enerjili bina tasarımı,
• Tümüyle mekanik olarak iklimlendirilen bina tasarımı.
70’lerde insan ile yapılı çevre arasındaki ilişkiyi bilimsel yöntemlerle ortaya çıkarma ve formüle etme çabası, sıkça tekrarlanan benzer tasarım problemlerine optimum çözümler sunan şablon (tip) bina arayışını da desteklemiştir. Şablon bina, tasarıma başlandığı anda yararlanılacak, ancak süreç boyunca geliştirilmesi beklenen, kalitesi ve avantajları bilimsel olarak kanıtlanmış bir ürün olarak mimarlara sunulmuştur. Daha az enerji tüketen, yaz ve kış termal konfor şartlarını sağlayan, değişken iklim şartları, kullanıcı aktiviteleri ve mekanik tesisatın niteliklerini dikkate alan bu anlayış, özellikle ofis tasarımlarında kabul görmüştür .
Doğa ve insana iki bağımsız nesneymiş gibi yaklaşıp, insan davranışlarını genellemeye meyilli bu yaklaşım aynı zamanda tepki de çekmiştir . Çevresel tasarım adına, tasarım sürecinin aşırı basitleştirilmesi tartışma yaratmıştır. Yapılan onca bilimsel araştırma ve değerli bilgiye rağmen, mimaride deterministik bir yaklaşım üretmenin ve tasarıma kurallar getirmenin insanların bireysel tercih ve kültürel farklılıklarını göz ardı etmek anlamına geldiği vurgulanmıştır.
Bu dönemde, bir yanda pasif güneş enerjili konut örnekleri, diğer yanda tümüyle mekanik olarak iklimlendirilirken, enerji tüketimini azaltıcı mimari çözümlere sahip öncü ofis binalarıortaya çıkmaktadır. Mimar Doug Kelbaugh’un 70’li yılların ortasında ABD, New Jersey’de kendisi için tasarladığı ve henüz 1967’de Felix Trombe ve Jacques Michel tarafından Fransa’da geliştirilmiş tromb duvarını deneysel amaçlı kullanıldığı yapı, bir pasif konut örneğidir. Mimar, binayı ısıtan veya soğutan bir öğe haline gelen duvar ile kış bahçesinin performansını, kendi yaşam ortamında deneyerek izlemek istemiştir . İngiltere, Bristol’de tasarımı ARUP’a ait Merkezi Elektrik Üretimi Kurul Binası’nda ise, dönemin standartlaşmış tip ofislerine alternatif bir yaklaşım görülmektedir. Mekanik sistemlerin tükettiği enerji miktarını azaltmak üzere yapı kabuğunda doğal aydınlatma ve doğal havalandırmaya yönelik çözümler getirilmiştir.
1980ler: Türetim Toplumunun Yeşil Arabulucuları - Yeşil Binalar
Konumuz kapsamında 1980’lerin mimari pratiğinde yaşanan değişimi, ‘yeşil tüketim’ fikrinin gelişimiyle beraber ele almak doğru olacaktır. Liberal ekonomilerin gittikçe güçlendiği ve daha çok tüketimin teşvik edildiği bu yıllarda, yeşil terimi de (yeşil ambalajlar, yeşil malzemeler, yeşil gıdalar gibi) sıkça kullanılır hale gelmiştir. Yeşil tüketim, o yıllar için bir umut ışığı olarak görülmektedir. Bu doğrultuda, artan tüketici baskısı ve medyanın ilgisi sayesinde, çoğu çevre savunucusu için yeşil tüketim, potansiyel bir taktik halini almıştır. Kuzey ülkelerinde ‘geri dönüşümlü’, ‘ozon-dostu’, ‘biyolojik olarak çözünebilir’, ‘çürüyebilir’ olarak etiketlenmiş ürünler talep edilmektedir. Özetle yeşil tüketim anlayışı, tüketiciyi ‘ben üzerime düşeni yaptım…’ anafikri üzerinden oyalayan ve problemlerin özünü göz ardı eden yaklaşımıyla çevreci akımlar içinde sığ ekoloji yaklaşımının bir göstergesidir. Yeşil mimari, fikirlerini dönemin öne çıkan ‘yeşiltüketim’ (green consumerism) ve ‘geri dönüşüm’ (recycling) yaklaşımlarından ödünç almıştır. Üretilen enerjinin verimliliği (efficiency), kaynaklarının geridönüşebilirliği (recyclability) ve dayanıklılığı (durability), binanın çevreye verdiği tahribatın azaltılması anlamına da gelmektedir. Ancak 80’lerin sonu itibariyle, ‘yeşil’ terimi geçerliliğini yitirmiş ve ekolojik (ecological) terimi tercih edilmeye başlanmıştır . Bu dönemde, sürdürülebilirlik kavramına referans veren mimari yaklaşımları üç ana başlık altında toplamak mümkündür:
• Sağlıklı, biyolojik ve organik bina tasarımı,
• Pasif güneş enerjili bina tasarımı,
• Bağlamcı yaklaşımlar.
Mimarlıkta postmodern duruşun tartışıldığı bir dönemde, yalın modernist mekânın yetersizlikleri veUluslararası Stil’in hegemonyası gibi farklı eleştiri noktalarında yeşil mimari de filizlenmeye başlamıştır. Modernist mekân anlayışı karşısında öne çıkan yaklaşımlardan biri de yeşil, ekolojik, alternatif yaşam şekilleri ve mekân arayışıdır . Dönemin belirgin mimari eğilimlerinden biri, ilk olarak Almanya’da ortaya çıkarak Peter Schmid, Floyd Stein, Gaia grubu, Francis Séguinel ve Horst Schmitges gibi mimarlar tarafından dünyaya yayılan, ‘biyolojik bina’ (Baubiologie) olarak da adlandırılan, sağlıklı ve organik yapı üretme yaklaşımıdır. ‘Hasta bina sendromu’ olgusunun yeni yeni gündeme geldiği bu yıllarda, biyolojik binalar ile insan sağlığını olumsuz etkileyen kirli hava ve su, kimyasal partiküller, sentetik bina malzemeleri ve elektromanyetik alanlar gibi unsurların ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. Biyolojik bina yaklaşımı, dönemin yeşil tüketim anlayışının eleştirisini daha azla yetinen bir yaşam tarzı ve çevresi yaratmayı hedefleyerek yapmaktadır. Yaklaşımın savunduğu ana fikir, “azla yaşamak, enerji tasarruf etmekten iyidir”. Dolayısıyla mekanik bir sistemle ısıtıp, soğutulan bir bina, enerji tüketiminin azaltılması için tamamıyla sızdırmaz ve yalıtımlı bir kapalı kutu haline getirilmemelidir. Bunun yerine binayı “nefes alan, terleyen, yalıtan, yerel mikroklimayla ilişki kuran ve düzenleyen” canlı bir organizma gibi tasarlamak gerekmektedir . Böylece, modernize edilmiş geleneksel yapım yöntemleriyle inşa edilen, taş, ahşap, toprak gibi doğal malzemeler kullanan örnekler ortaya çıkmıştır. Yapılar, güneş enerjisi ile ısıtılıp, soğutularak, doğal havalandırma ve aydınlatmadan yararlanarak aynı zamanda, enerji etkin nitelik de kazanmaktadır.
80’lerin yeşil mimari yaklaşımları içinde, pasif enerji sistemlerinin binalara katılması da önem kazanmaktadır. Enerji maliyetlerinin, mekanik sistemlerden doğal yöntemlere geçişle azaltılabileceği gerçeği, çoğu araştırmacı ve tasarımcının ilgisini çekmektedir. Bu yıllarda doğal havalandırmanın kontrol ve tahmini üzerine makine mühendislerince yürütülen araştırmalar hızla artmaktadır. Mimarlarca, ısıtma, soğutma, havalandırma ve aydınlatma yüklerinin karşılanmasında, bina morfolojisinin rolü ele alınmaktadır. Dolayısıyla, pasif enerji sistem elemanları, bina morfolojisinde ortak bir mimari dil oluşturmaya başlamıştır. Sonuç olarak, mimari pratikte enerji etkin yapı çeşitliliğinin, konuttan kamusal yapılara doğru yaygınlaştığı görülmektedir.
İngiltere, Basingstoke’da 1983’de inşa edilmiş Gateway Two Ofis Binası’nda tasarımcı ARUP Şirketi, büyük ölçekli ofisbinalarına, pasif enerji sistem çözümleri katarak, teknik anlamda mimarlığa önemli bir katkıda bulunmuştur . Ofis mekânları ve ana dağılımın, tepe ışıklıklı bir iç avlu etrafında çözümlenmiş olması, binayı enerji etkin ofis örnekleri içinde öncü yapmaktadır. (Resim 5). ARUP, bu iç avlunun çevresel potansiyelini araştırmış, soğutma sezonundaki sıcaklık artışı ve doğabilecek akustik problemleri irdelemiştir. Sonuç olarak, herhangi bir yapay iklimlendirme sistemi kullanılmaksızın, iç avluda oluşacak sıcaklık artışının, tepe ışıklığındaki açılırkapanır pencerelerle kontrol edilmesi ve taze havanın doğal yollarla ofislerden içeri alınmasının mümkün olduğu görülmüştür. 90’lı yıllarda iç avlu ve tepe ışıklığı, iklime göre farklılaşan çözümleri olsa da, büyük ölçekli enerji etkin ofis binaları için sıkça tekrar edilen bir prototip haline gelmiştir. 1980’lerin yeşil mimari yaklaşımları içinde, bölgeselciliğin (regionalism) sürdürülebilirlik kavramına referans veren farklı bir dayanak noktası olarak öne çıktığı görülmektedir. 80’lerin postmodernist tartışmaları sayesinde tekrar ele alınan yerellik kavramı, gelenekselbilgi birikimine bakışı yönlendirmiş, bağlama verilen değeri arttırmıştır. 80’lerin başında Kenneth Frampton’ın genel hatlarını çizdiği ‘eleştirel bölgeselcilik’ (critical regionalism) kavramı, 90’larda ortaya çıkacak ‘yerel sürdürülebilirlik’ stratejisinin dayandığı temel görüşlerden biri haline gelecektir. Frampton, eleştirel bölgeselciliği bir kültürel strateji olarak ortaya koymaktadır. ‘Yer yaratmayı’, bir yere bağlı olmayan ve insanı yabancılaştıran evrensel tüketim kültürüne karşı durmak için küçük yerleşim parçacığı yaratmak olarak tanımlamaktadır. Burada ‘yer’ ve ‘kültür’ anahtar kelimelerdir. Yapılar yerin ruhunu, duygusal gücünü, mirasını, mimari kökenlerini yansıtmalı; salt taklitten uzak dururken, bulunduğu yere, iklimine, doğal / kültürel peyzajına ve ortak hafızasına akıllıca uyum sağlamalıdır. Bu noktada, Ağa Han Vakfı’nca 1978 yılından bu yana verilen Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nin, 80’li yıllarda üstlendiği görevin, güneyin İslam coğrafyasından az bilinen kimi sürdürülebilir mimari örnek ve yaklaşımları görünür kılma çabasının altını çizmek gerekmektedir .
1990’Lardan Günümüze: Tek Taraflı TAnım - Sürdürülebilir Mimari
Günümüzün sürdürülebilir mimarlık anlayışlarını, 1992’de Rio De Janerio’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler, Sürdürülebilir Gelişme Konferansı’nın eşik teşkil ettiği bir süreç içinde değerlendirmek gerekmektedir. Yukarıda da görüldüğü gibi, mimarlık disiplininde sürdürülebilirlik, 90’lar öncesinde de ele alınan bir konudur. Ancak 1992’den itibaren konu, küresel ölçekte önem kazanmıştır. İster kuzey ister güney ülkesi için olsun, ülkelerin büyüme ve gelişme şekli sürdürülebilir nitelik kazanmalıdır. Mimarlık disiplini de bu yeni gelişme anlayışına uygun bir söylem oluşturma arayışına girmiştir. Son 20 yılın sürdürülebilir mimari uygulamaları, farklı bakış açıları ve şaşırtıcı derecede birbirine tezat tasarım yaklaşımlarını barındırmaktadır. Bu örneklem evrenini rafine etmek kadar, 'sürdürülebilir' diye adlandırılan yapıyı tanımlamak da zordur.
Her ne kadar mimari de sürdürülebilirliğin ‘tartışılabilir’ bir kavram olduğu ortak olarak kabul görse de, aslında sürdürülebilir mimarinin tanımı üzerinde bir fikir birliğine zaten çoktan varılmıştır. Somut olarak dile getirilmese de bu tanım, aralarında ABD, Kanada ve Avrupa ülkelerinin de bulunduğu ‘kuzey’de yayınlanan kimi mimari yayınlar (periyodikler, kitaplar, vb.) ve aydınlarca zaten yapılmaktadır. Bu tanımlama sürdürülebilir mimariyi, kuzeyce sınırları belirlenmiş belli uygulamaların çerçevesine sokmaya çalışırken, diğerlerini dışarıda bırakmayı tercih etmektedir. Sözü edilen bakış açısı, binaları “sadece farklı farklı kurgulanan teknik yapılar” olarak görme eğilimi gösterirken, aslında “sürdürülebilir mimari pratiğin özüne ait önemli toplumsal soruların görmezden gelinmesi” söz konusudur .
Öte yandan, sürdürülebilir mimarlığın yerelliğe vurgu yapan başka tanımını yapmak da mümkündür. Bu tanım hâlihazırda mevcut, ancak az bilinen bir dizi sürdürülebilir mimari uygulamayı temsil etmektedir. Bu bağlamda sürdürülebilir mimarlık, yerel çerçevede koşullara bağlı, değişebilir, uyarlanabilir ve bağlamsal bir mimari uygulamaya işaret etmektedir. Gözardı edilmiş ve çoğunlukla da dışarıda bırakılmış mimari örneklerin varlığı, sürdürülebilir mimarlığın ne olduğu konusunda son yirmi yıldaki anlayışın sorgulanması gerektiğini göstermektedir. Kuzey'deki bazı mimari entellektüellerin sunduğu bakış açısı, tek sesliliği doğuran ve mimaride ‘yerelliğin’ rolünü azaltan / değiştiren bir sürdürülebilirlik anlayışının işareti gibidir. Bu nedenle 1990'lardan günümüze sürdürülebilir mimarlık söylemi iki ayrı pencereden incelenmelidir:
• 1990'lardan günümüze küreseluygulamalar,
• 1990'lardan günümüze yerel uygulamalar.
Küresel uygulamalar, kuzeyin 'gelişmiş' ülkelerinin ekonomik ve sosyal sistemi içindeki sürdürülebilir mimari pratiğini nitelemektedir. Sürdürülebilirlik kavramı, mimari dergiler, yayınlar ve çeşitli uluslararası mimari organizasyonlar tarafından üzerinde sık sık ve kapsamlıca durulan bir konu haline gelmiştir.
‘Sürdürülebilir mimari nedir?’ ve ‘hangi kavramları içerir?’ soruları oldukça ilgi çeken ve birçok kitabın, makalenin ya da konferansın başlığı olmuş konulardır. Mimarlık yayınları, özellikle de periyodikler ve kitaplar, bu popüler kavramı analiz ederken sürdürülebilir, çevreci, ekolojik veya yeşil yapılarla ilgili konuları ele almaktadır. Seçilmiş bu sürdürülebilir yapılar, kuzeyin bakış açısını yansıtmaktadır. Bu yüzden bahsedilen mimari yayın ve yayıncılar, bir bakıma kuzey merkezli sürdürülebilir mimari tanımını savunan ve dayatan organlar olarak görülmelidir.
İstenilse bile, 90’lardan günümüze sürdürülebilir tasarımın tüm örneklerine ulaşabilmek mümkün değildir. Çünkü kuzey ve güneydeki ‘yerel sürdürülebilirlik’ ugulamalarını görmezden gelen bir yaklaşım sergilenmektedir. Tek taraflı bu bakış, sadece bir dizi sürdürülebilir projeyi kendine muhatap almaktadır. Bu projeler, gösterişli, olgun, kusursuz, iyi tasarlanmış ve ‘steril’ çevrelerde inşa edilmiş ‘steril’ projelerdir.
Diğer taraftan ikinci gruptaki yerel uygulamalar, bugün bir yapıya ‘sürdürülebilir’ dendiğinde, gerçek anlamda bunun ne anlama geldiği konusuyla uğraşmaktadır. Başka bir deyişle, bir mekânı sürdürülebilir kılmanın alışılagelmiş / uygulanabilir yollarını işaret etmektedir. Özellikle, o yerin yerlisi / sakini odakllı bir söylemi kendine temel almakta ve yerel çözümlerin bulunması için ‘yerel sürdürülebilirlik’ stratejilerinin geliştirilmesini öneren bir tasarım yaklaşımını önermektedir. Açıkça görülmektedir ki sürdürülebilir gelişme için uygulanabilir stratejiler geliştirilirken ‘yerellik’ (locality) her zaman ana unsur olmuştur. O yere has şartların ve yerel bilginin kabulü bir tasarım startejisi olarak desteklenmektedir . Bu yüzden bu ikinci kategorideki projeler, güney ülkelerinin ekonomik ve sosyal sistemlerini yansıtan basit, tek, karmaşık olmayan, olgunlaşmamış ve o yere özgü çözümler olabildiği gibi, kuzey ülkelerindeki mevcut ekonomik ve sosyal sistemlerin reddedildiği, alternatif yaşam şekli ve çevresi arayışındaki örnekleri de içermektedir. Sürdürülebilirlik kavramı, sadece belli bir bölgenin şartlarına göre şekillendirilmesi gereken bir hedef olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda, eldeki teknoloji, yerel malzeme ve yapım teknikleri, yapım alışkanlıkları, yerel iş gücü ve bilgiye önem verilmektedir.
Gözardı edilen örnekler, çözüm üretmeye çalıştıkları problemlerle de küresel uygulamalardan farklılaşmaktadır. Bir projenin ana konusu, ekonomik olarak kendi kendine yetebilen bir toplumsal yapı oluşturmak veya mevcut ekonomik faaliyetlerin devamını sağlayarak, sürdürülebilir bir seviyeye çıkarmak olabilmektedir . Bu doğrultuda sürdürülebilir bir yapı, sadece sürdürülebilir tasarım ölçütlerini yerine getirmekle kalmayıp, mevut tarımsal faaliyetlerin güçlendirilmesi, barınma ihtiyacının karşılanması, toplumsal ve kültürel değerlerin canlandırılması gibi yerel problemlerle de ilgilenmektedir.
Sonsöz
Sürdürülebilir kalkınma teorilerinin mimari pratiğini de yönlendirmesiyle, 90’ların başlarında bir kırılma yaşandığı gerçektir. Sürdürülebilirlik söylemi, dünyanın farklı coğrafyalarında farklı modernleşme süreçleri yaşamış toplumların, farklılaşan ekonomik, sosyal ve çevresel problemleri için ortak bir üst gelişme ve dolayısıyla yapılaşma çerçevesi çizmektedir. Bunu da ‘küresel düşün, yerel hareket et’ sloganı ile yaygınlaştırarak, yerel çözüm üretmeyi desteklemektedir. Öte yandan, son yüzyılda modernleşme süreci ve teknolojik gelişmenin doğurduğu çevresel ve sosyolojik tahribatı onarmak üzere sürdürülebilirlik, sistem tabanlı, uzun erimli ve etik bir reçete olarak ortaya konmaktadır. Bu nedenle, terminolojideki çevresel – yeşil – ekolojik – sürdürülebilir dönüşüm, binanın günümüzde artık sadece çevresel anlamda değil, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda da sürdürülebilir olarak nitelendirilen yeni bir sisteme / hedefe hizmet eden bir araç haline geldiğinin göstergesidir.
90’lara kadar ele aldığımız ‘çevresel’, ‘yeşil’ veya ‘ekolojik’ olarak adlandırlan bir yapı, öznesi bina, kaygısı doğayla dengeli bağ kurmak olan, genel anlamda bulunduğu çevreye (ekolojik açıdan) duyarlı uygulamaları tarifler. 90’lı yıllarla birlikte ‘sürdürülebilir’ olarak adlandırlan bir yapı ise, morfolojik özellikleriyle olduğu kadar, yörenin toplumsal, kültürel ve ekonomik altyapısına bulunduğu katkıyla da çevreye duyarlı bir uygulamadır. 70’lerden bugüne ele aldığımız sürdürülebilir yapılar, dönemlere göre farklılaşan bilimsel, ekonomik, politik, çevreci ve mimari görüşlerin birer temsilcisidir. Bu bina örneklerini sadece sahip oldukları teknolojiler ve yapısal özelliklerine bakarak değerlendirmek, binalara dönemden döneme değişerek atfedilen anlam ve görevleri göz ardı etmek anlamına gelecektir.
Not: Bu yazı, yazarın İzmir Mimarlar Odası’nca yayınlanan Ege Mimarlık Dergisinin 2009/1, 68 nolu sayısında yer alan ‘Enerji Etkin Mimarlık Yaklaşımları Üzerine bir Eleştiri’ adlı yazısının kapsamı genişletilerek hazırlanmıştır. Sürdürülebilir mimarinin 90’lardan bu yana sahip olduğu geniş örneklem evrenini, başka bir yazı kapsamında irdelemenin daha uygun olduğu düşünülmüştür.
Kaynaklar
‘Yeşil teknoloji’ terimiyle doğaya ve yapılı çevreye en az zararı veren teknoloji şekli işaret edilmektedir. Bu anlamda, yeşil teknoloji kavramı, ileri / gelişmiş teknolojiyi nitelediği gibi, düşük ve orta halli teknolojileri de kapsamaktadır.
Sürdürülebilir mimarlık pratiğini, tarihi gelişimini de kapsayan bir perspektifle, kuzey-güney bakış açısıyla farklı iki eksende ve Türkiye coğrafyasına özel olarak incelemek için bakınız: Durmuş Arsan, Z. (2003) A Critical View of Sustainable Architecure in Turkey: Proposal for the Municipality of
Seyrek, Izmir, Turkey. Basılmamış Doktora Tezi. Izmir: Izmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü.
EDRA – Environmental Design Research Center, http://www.edra.org/, (14.06.2010).
Hawkes, D. (1996). The Environmental Tradition: Studies in the Architecture of Environment. London: E & FN Spon.
Gelernter, M. (1995). “The Twentieth Century (II).” Sources of Architectural Form: A Critical History of Western Design Theory (ss. 256-291).
Manchester: Manchester University Press.
Kelbaugh, D. (1976). “Solar Home in New Jersey.” Architectural Design (XLVI, 9): 653-656.
Hawkes, D. (1996). The Environmental Tradition: Studies in the Architecture of Environment. London: E & FN Spon.
Madge, P. (1997). “Ecological Design: A New Critique.” Design Issues (13, 2): 44-54.
Vale, B. ve Vale, R. (2000). The New Autonomous House: Design and Planning for Sustainability. London: Thames and Hudson.
Pearson, D. (1989). The Natural House Book: Creating a Healthy, Harmonious and Ecologically Sound Home. London: Conran Octopus.
Edwards, B. (1999). Sustainable Architecture: European Directives and Building Design (2th Ed.). Oxford: Architectural Press.
Madge, P. (1997). “Ecological Design: A New Critique.” Design Issues (13, 2): s. 46.
Pearson, D. (1989). The Natural House Book: Creating a Healthy, Harmonious and Ecologically Sound Home. London: Conran Octopus., s.26.
Hawkes, D. (1996). The Environmental Tradition: Studies in the Architecture of Environment. London: E & FN Spon.
Jones, D. L. (1998). Architecture and the Environment: Bioclimatic Design. Hong Kong: Laurence King.
Özkan, S. (1995). “The Architecture of Architecture.” C. Davidson & I. Serageldin (Editörler), Architecture Beyond Architecture: Creativity and Social Transformations in Islamic Cultures, The 1995 Aga Khan Award for Architecture (ss. 164-169). Singapur: Academy Editions.
Guy, S. ve Farmer, G. (2001). “Reinterpreting Sustainable Architecture: The Place of Technology.” Journal of Architectural Eduation 54 (3): 140.
Steril çevre ile iki tür yapılı çevre kastedilmektedir: ilki, yüksek gelir seviyesine sahip ülkelerin ekonomik, sosyal ve çevresel şartlarına işaret etmektedir.
Diğeri ise insan yerleşimlerinden ve dolayısıyla insan kaynaklı problemlerden uzakta, bakir, el değmemiş, değiştirilmemiş ve işlenmemiş arazileri ifadeetmektedir.
Selman, P. (1996). Local Sustainability: Managing and Planning Ecologically Sound Places. London: Paul Chapman Publishing.
Mumtaz, B. ve Hooper, E. (1982). “Rural Development Policies: Settlements and Shelter.” The Changing Rural Habitat: Background Papers, V. II (ss. 11-26). Singapur: The Aga Khan Award for Architecture.